30 Ocak 2012 Pazartesi

Zizek'ten hoşlanırım, ama...


 

PROF. DR. ALİ AKAY                   

Slavoj Zizek  bir bakıma hiç kısaltmadan yazan ve konuşan bir filozof; bonkör bir konuşmacı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi amfisinde konuştuğunda  da yine bonkör ve kısaltmadan oradan oraya atlayarak hep aynı mantığın içinde kalarak konuşması eğlendirdi, düşündürdü, güldürdü. Verdiği güncel yaşam örnekleriyle, arkadaşlarından yaptığı alıntılarla birlikte dünyanın küresel kapitalizminin geldiği noktayı vurguladı; en korkunç örneklerden (Dubai’de esir kampları şartlarında çalışan pasaportuna el konulan işçilerden)  politik olarak doğru olmayan ırkçı şakalara (Slavların kendi ülkelerini küçük düşüren şakalar) kadar giden bir çizgide sürdürdü konuşmasını. Hep sevdiği birilerinden söz etti ama her seferinde ona diyalektik bir zıtlık getirmesini bildi: ‘’Onu severim ama ...’, ırkçı bir muhafazakardır, ama....’’

BÜTÜNLÜĞÜN ÇELİŞKİLER TAŞIYAN YANI


Ve bütün bu anlatının mantığına geldiğimizde ise, gerçek saptamalar, ideolojik olan genel geçer söyleme biçimleri, bütünlüğün çelişkiler taşıyan bir yanı, başka diğer yanı bir Janus gibi ikili işleyen Hegel’ci diyalektik kalıyor geriye. Sinemadan çok örnek vererek konuşmasına rağmen, İstanbul’daki konuşmasında pek film örneği vermeden devam etti. Herhalde Nuri Bilge Ceylan’ın ‘’Bir Zamanlar Anadolu’’ filmindeki kazılan mezarların ardındaki büyük kıyım ve vahşet kendisinin daha duymadığı bir olguydu. Psikanaliz üzerine de pek konuşmadı; hâlbuki kendisi psikanalizin Lacan’cı çizgisinin oldukça davetkâr bir izleyicisi ve kuramcısı.
 

Git gide daha az psikanaliz konuşulmakta sanki dünyada? Türkiye’ye çok geç girdi ve devam etmekte olmasına rağmen ve hatta artan bir hızda meraklısı olmasına rağmen İstanbullu genç üniversite öğrencilerinde  bir psikanaliz hissinden çok politik olanın kuvvetli olduğunu duymuştu herhalde? Günümüz kapitalizminde ‘yeni büyümekte olan diye adlandırılan ülkelerde’ psikanalizden daha çok biyo-terapinin, yoganın, yeni spritüalizmin daha yaygın olduğunu düşünüp, psikanaliz için sanki sanayi kapitalizminin olması gerekiyormuşçasına, artık psikanalizden uzaklaşıldığını da bazı yerlerde iddia etmekte; oysa Batı post-endüstriyel kapitalizminin içinde de bu durum oluşmakta. Yıllarca evvel yazdığım bir makalede, Batı toplumlarının git gide geçmişe dönmekten ve geçmiş mazi merakı olmaktan çok daha fazla şimdiki zaman veya gelecek zamana merakın arttığını yazmıştım (Konum-lar, 1991 Bağlam Yay.) Psikanalizde de geçmiş hatıralara ve geride  kalmış bir bilinçdışına olan merakın gittikçe şimdiki zamana gelen ‘blok bellek’ veya bilim-kurgu ve gelecek zaman merakına çevrildiğini iddia etmekteydim. Tarih bugün yeniden yazıldığında, resmi tarih sorgulandığında, yine olan bu değil mi?  Yeni bir güncel tarih anlayışı geçmiş bir resmi tarihin yerine oturtulurken geçmiş bir anı olmaktan çok daha fazla blok halinde şimdiki zamana taşınmakta. Psikanalizin belli bir sosyal formasyona ihtiyacı olduğunu yazmakta sık sık. Ancak Zizek burada ‘kötü bir işareti’ okuyup, görmekte. 

Diğer yandan Felix Guattari  (Felix’i  1990’ların başında İstanbul’a davet ettiğimde-  ne yazık ki, gelmeden bir kaç ay evvel geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetmişti- Türkiye’deki psikanalizin durumunu bana sorup, olumsuz bir cevap aldığında ‘’aman ne iyi’’ diye vurgulamıştı) ve Gilles Deleuze Anti-Oedipe kitabında (1972) o günkü Fransız toplumu ve teorisi içinde Lacan ‘cı psikanaliz ve Levi-Strauss’cu  yapısal antropolojiyle mücadele ettiklerinde, psikanalizin bugünkü Batı dünyasındaki düşüşünü hazırlamaktaydılar. Entelektüel alanda Woody Allen filmleri bile bunun sanki bir devamı gibi okunabilir: Psikanalitik iyileştirme denemelerinin demodeleşmesi ve düşüşü (Zizek buna rağmen boşuna bir çabayla meşhur olarak nitelendirdiği Deleuze’ün düşüncesiyle psikanaliz arasında bir köprü kurmaya çalıştı ve bunun için de 2003’de yayımlanan ‘’Bedensiz Organlar’’ adlı bir kitap yazdı). 

Zizek, kendisinin Deleuze ve Guattari’ci anti-psikiyatri akımı içindeki yerleriyle Lacan’ın konumu arasında bir  arabuluculuk işlevi gördüğünü vurgularken, Lacan’ın Oedipe’e indirgendiğini ve de yasak ile ilişkilendirildiğinden yakınmakta. Lacan’ın ‘Gerçek Kuramı’ adını verdiğiyle Deleuze arasında bir işbirliğin mümkün olduğunu düşünmekte. Oysa Deleuze ve Guattari’nin psikanaliz ile ilişkilerinin ne kadar kopuk olduğunu (psiko değil şizo-analiz), ondan beslenmiş olsalar bile ne kadar eleştirel olduklarını söylememek mümkün değil. Zizek, bunun için, Badiou’nun söylemiş olduğuna yaslanmakta: ‘’Bugün bizim için tek gerçek  aracı kişi Deleuze’dür, ne Barthes, ne Derrida ne de Foucault’dur’’. Bu cümledeki anlamsızlığa değinmeden geçemeyeceğim; Derrida psikanalizle ne kadar ilişkili olarak düşünmekteyse ve de yazmaktaysa (yas, af vb.) Deleuze için de o kadar psikanalizden uzak olduğunu vurgulayabiliriz.  

Yorumbilim üzerine kurulu bir psikanalize karşın ‘’asla yorumlamayınız !’ şiarı Deleuze’e aittir. Foucault’nun ‘’Deliliğin Tarihi’’ndeki yabancılaşma ve delilik (alinéation ve aliené ilişkisi) arasındaki  hocası Jean Hyppolite’den gelen  Hegel’ci bağ ve yorumu Deleuze’de hiç bir zaman bulmak mümkün değildir. Zizek, Negri’nin, Deleuze’ün ‘’denetim toplumu’’ kavramını politik olarak Deleuze’den ödünç almasının sıkıntısını vurgularken, popüler ve vülger bir yaklaşımdan öteye, nedense, gitmemekte? Burada Zizek ‘’Munch’un çığlığını’’ ele alarak, bu çığlığı Deleuze’ün aslında  Büchner’in  Woyzeck’inde bulduğu veya Alban Berg’deki çığlık ile ilgilenmesine rağmen, Zizek  daha da popüler bir örnek almaya kalkarak, Bacon’un kutsal ‘’Papa’’ resimlerindeki çığlığa yaklaştırmaya çalışmakta. Ve orada sıkışıp kalarak, hemen The Mask filminin popüler kültürdeki yerine yaslanmaya kalkmakta. Buna da distorsion adını vermektedir. Bir tür saptırma veya yana kaydırmadır.

GERÇEK VE OLMAYAN AYNI BÜTÜNÜN PARÇASI

Jim Carrey’in oynadığı bu filmde bir maske takarak güçsüzlüğünü güçlü hale sokan karakter aslında plastik bir kişilik olarak  bize sunulmakta, Zizek tarafından. Bu şekilde, kahraman, bedeninden her türlü vaziyeti mümkünleştirmekteyken aynı zamanda bedeninin esiri de olmaktadır: Total kompülsiyonun esiri. ‘’Gerçek’’, Lacan’daki anlamıyla, artık maskenin arkasında değil bizzat maskenin kendisindedir. Ve de, gerçek ve olmayan aynı bütünün parçasıdır. Bu diyalektik ilişkide ikisi de gerçeğin bir parçası olmaya başlamaktadır.

MÜMKÜNSÜZLÜK PSİKANALİZİN DİYALEKTİK PARÇASI

Bize psikanalizin kurucusu Freud’un psikanalizin ne zaman mümkün olabileceğine dair lafını hatırlatarak: ‘’psikanalizin ancak psikanalistlere ihtiyaç kalmadığı bir toplumda gerçekten var olabileceği’’ gerçeğinin altını çizer Zizek. Psikanaliz kuramı sadece mümkünlük şartlarını göstermekle kalmaz aynı zamanda mümkünsüzlük de psikanalizin diyalektik olarak parçasıdır. Ve psikanaliz sadece bir divan değil, aynı zamanda bir düşüncedir: Histeri kuramı ve özdeşleşme Lacan’ın ‘sembolik özdeşleşme’ olarak adlandırdığıdır. Belirli bir ideolojik ortamda bir pozisyon ile özdeşleşmedir. Histeri ise bu özdeşleşmeye karşı bir direnme olarak ele alındığında, ‘ben nesne olarak neyim ?’ sorusu Lacan’ın bu konudaki yaklaşımıdır: ‘‘Eş değilim, kocam da benim efendim değil’’. Yani Zizek’e göre histeri, Foucault’un ‘’insanın doğası tarihidir ve özcü doğa yoktur’’ diye söylemiş olduğu gibi , tarihi bir kavramdır. Toplumsal alandaki sosyal formasyon değişmeye başladığında o zaman histerinin formu da değişmektedir. Mesela, psikanalist Lacan’ın damadı Jacques-Alain Miller’in vurgulamış olduğu gibi,  ‘’borderline’’ histerinin bugünkü ismi olarak okunabilmektedir.

PATALOJİK OLAN BİR SAPMAYA İHTİYAÇ VARDIR

Buradaki sosyolojik okumanın yanında; Zizek, her zaman yaptığı gibi, yine meşhur Hegelci diyalektiğin mantığına yaslanarak, daima bir diyalektik tansiyon olduğunu ve de psikanaliz kuramının sadece bir psikanaliz pratiği değil, aynı zamanda bu pratiğin iflası olduğunu vurgulamakta. Bu diyalektik mantık, Zizek’in fıkralarla anlattığı onca hikâyedeki gerçeğin özetinin bir mantığı gibi durmakta. Hep birbiriyle çelişen ve bu çelişkilerden aşmalarla (Aufebung) ilerleyen bir bütünlük (totalité) kuramı çıkartarak ideolojik bir söylemi yerleştirmek: Hâlbuki ideolojinin kendisinin bir yanılsama olmasına rağmen çelişik olarak ona bağlı olan gerçekle birlikte ele alındığında hep yanılsamayı çıkardığımızda geriye yine gerçek kalmaktadır olarak algılayabileceğimiz, 12. yüzyıla ait skolastik papaz felsefesinin ‘’diyalektik’’ okuması kalmakta: negatif bir diyalektik.  Tıpkı Alain Badiou’nun diyalektiğine yapılan eleştirilerde olduğu gibi, onun ‘teolojik bir olay felsefesi vardır’ veya Marksist diyalektikçi Daniel Bensaid’in olay felsefesi tanrısal bağış veya merhamet  olarak okunmaktadır: Bu da ölüm güdüsüdür.  Ama Zizek için, buradaki teolojide bile, yine de modern bir şey var gibi durmaktadır; o da, psikanalitik distorsion olarak durmaktadır. Patolojik olan bir sapmaya ihtiyaç duyulmaktadır. O bakımdan  Zizek’e göre, bugün de, geçen yüzyılda olduğu kadar teolojik de olsa psikanalize ve diyalektiğe ihtiyaç duyulmaktadır!


Bir Gün


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder