Kültür Sanat


Anma var, 'Ruhi' yok!



 07/05/2012


İçinde Ruhi Su olmayan Ruhi Su’yu anma programı olabilir mi?
Soru garip ama bu ülke zaten garipliklerin vatanı değil mi?


Hele söz konusu TRT ise her şey olur. Öncelikle, yıllar sonra Ruhi Su’yu TRT ekranlarında görebildiğimiz için TRT-Müzik kanalı yöneticilerini kutluyorum. Ancak programın içeriği maalesef bu sevincimi yarım bıraktı. Hayatını türkülere ve sosyalizm mücadelesine adayan büyük ozan Ruhi Su’nun bu yıl doğumunun 100. yılı. 100. yıl nedeniyle çeşitli etkinlikler yapılacak, Ruhi Su Dostlar Korosu yurtiçinde ve yurtdışında konserler verecek. Büyük ustayı anmak için TRT Müzik kanalında da 22 Nisan 2012 tarihinde bir program yayımlandı. Niran Ünsal’ın sunuculuğunu yaptığı ‘Hatıralar Sarmış Dört Bir Yanımı’ isimli programın konukları Sadık Gürbüz ve Ufuk Karakoç idi. Sadık Gürbüz ve Ufuk Karakoç büyük ustanın türkülerini seslendirdiler. Programda Ruhi Su’yu anlatan özel bölümler de vardı. Sunucusu Niran Ünsal’ın, programın başından sonuna kadar yaptığı hatalar ve bilgi eksikliği nedeniyle saçımı başımı yoldum. Yapımcılar tarafından yazılan metinleri elindeki kağıttan okurken bile hazırlıksız olduğu anlaşılıyordu. Yaptığı hatalar, sorduğu sorular metni bir kez bile okumadan programa başladığı izlenimi veriyordu.
İşte iki örnek;
Ünsal konukları ile konuşurken önce ‘ölümünün’ diyor sonra düzelterek “Doğumunun 100. yılı değil mi?”  diye soruyor.
Bir süre sonra da büyük ustanın adıyla birlikte anılan Ruhi Su Dostlar Korosu’ndan bahsederken “Vefatından sonra da sanıyorum devam etti değil mi? Ruhi Su Halk Müziği Korosu” dedi.

Bir sunucu bu kadar mı hazırlıksız çıkar programa. Bu arada hakkını yememeliyim Niran Ünsal iyi bir yorumcu olabilir ama yorumculuk başka sunuculuk başka şey.
Programda Ruhi Su’nun anlatıldığı bölümler ise ayrı bir felaketti. Bu bölümlerde kullanılan görüntüler çamur gibiydi ve internetten indirilmiş izlenimi veriyordu. Az görüntü, bol fotoğrafla iş kotarılmıştı. Asıl skandal ise bir buçuk saatlik programda sesiyle görüntüsüyle Ruhi Su’dan bir türkü bile verilmemiş olmasıydı. Program, bu ülkenin en geniş görüntü ve ses arşivine sahip olan TRT’de yayımlanıyor. TRT arşivinde Ruhi Su’nun onlarca türküsü var. Televizyonda yayımlanmış konser programı var. Bunlara ulaşmak için öyle çok uğraşmaya da gerek yok. TRT’nin kurumsal sitesinde arşiv bölümüne girip Ruhi Su yazdığınızda içinde Ruhi Su türkülerinin yer aldığı 12 ayrı kayıt çıkıyor. Hele biri var ki,  TRT madem ekranlarını Ruhi Su’ya açtı, bu programı mutlaka tekrar yayımlamalı. Yıl 1974, TRT’de çok önemli yapımlara imza atan ve geçen yıl kaybettiğimiz Ayhan Önal Bir Konser programda Ruhi Su’yu konuk ediyor.
Peki, TRT arşivinde bu kadar görüntü varken nasıl oldu da Ruhi Su’yu anma programında kullanılmadı?
İşte bu da, garipliklerin vatanı olan bizim güzel ülkemizin ‘kamu hizmeti yayıncısı’ TRT’nin bize bir armağanı. Bu program TRT’nin içyapımı değil. Yani yedi binden fazla personelin çalıştığı Kurum’da bu programı yapacak kimse bulamamış TRT yönetimi.
Program, TRT tarafından 2011 yılında kurulan Şahmaran isimli bir şirkete yaptırılmış.
Taşıma su ile değirmen ancak bu kadar dönüyor. Bu garabet, TRT’nin deneyimli yöneticilerini görevden alan, üç yılda iki kez emekliliğe teşvik/tehdit yasası çıkararak yaklaşık iki bin kişiyi zorla emekli eden, TRT’nin kurumsal hafızasını yok eden, geçmişini (44 yıllık yayıncılık tarihinde kötü örneklerin yanında, unutulmaması gereken iyi örnekler de var) yok sayan, TRT yönetimine aittir.

TAŞIMA SU İLE DEĞİRMEN ANCAK BU KADAR DÖNÜYOR!

Şimdi soralım, yüzlerce yapımcı ve yönetmenin olduğu TRT’de bir sunucu iki konukla hazırlanan bir program niçin Kurum dışında yaptırılır?
TRT’nin kurum dışında yaptırdığı programlar elbette TRT Müzik kanalı ile sınırlı değil.
Son dört yılda sürekli kanal açmakla övünen TRT yönetimi, asli görevlerini taşeronlara ihale etti. Ve ülkemizde taşeronluk, emek sömürüsünün yanı sıra birilerine para aktarmanın bir aracıdır. Birkaç örnekle TRT’deki taşeronluk sisteminin hangi boyutlara geldiğini görmek mümkün. TRT-6’nın haber bültenleri kurum dışında özel bir şirket tarafından hazırlanıyor. Yayın şirketin binasından yapılıyor, kurulan özel hat ile TRT’ye aktarılıyor. TRT -6’da yayımlanan programların çoğu dış yapım.
TRT-Türk kanalında 3 yıl boyunca yayımlanan 3 programa 50 milyon lira verildi. Yanlış duymadınız yazıyla elli milyon, eski ifadeyle 50 trilyon liraya üç program daha önce adı sanı duyulmadık bir şirkete yaptırıldı. TRT bu üç programı kendi olanaklarıyla yapamaz mıydı?

Trabzonspor’a yapılan “Şike, Şike 2-0” ahlaksızlığının perde arkasında kimler var?
24 saat yayın yapan bir spor kanalı açmakla övünen TRT’nin internetteki spor sayfasını kimler hazırlıyor? Bu sayfaya verileri kim giriyor?
O ahlaksızlığı yapan kişiye ne oldu? Bu kişi TRT personeli mi, taşeron şirketin elemanı mı?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Gecekondu yapar gibi kanal açıp, “Kervan yolda düzelir” diye yola çıkarsanız olacağı budur. Taşıma su ile değirmen ancak bu kadar döner. Anma programı yapılır ama içinde Ruhi Su da olmaz, ruh da olmaz.

 
Osman Köse

Haber-Sen Ankara 1 Nolu Şube Başkanı



Bir Gün


"Hayatı Kendimiz için Yaşamadık"

31/03/2012


YILMAZ GÜNEY 75 YAŞINDA
"Yaşamak, ayakta kalmak, bu küçük bir zaferdir. Capcanlı kalmak, vedalaşmalara ve cinayetlere rağmen neşeli olabilmek... Sonunda acıya alıştık ve neşe elemden daha fazla cesaret gerektiriyor."

Yılmaz Güney'in yurt dışındaki yılları... Son günleri... Özlemleri, düşünceleri... Nokta sordu, eşi Fatoş Güney yanıtladı...


Yılmaz Güney, ölümcül bir hastalığa yakalandığını biliyor muydu? Onun en yakını olarak siz bu en zor günleri nasıl yaşadınız?

Bu benim için anlatılması güç bir olay. Çünkü ben de tam an­lamıyla bilemiyorum. Ameliyatını yapan profesör, bana hastalığının niteliğini açıkladı. Uzun yıllar ha­pishane şartlarında tedavi edileme­yen sıradan bir ülser amansız bir kansere dönüşmüştü. Ancak bunu kendisine açıklayıp açıklamama ka­rarını bana bıraktı.
Ben, hiç düşün­meden kendisinin olağanüstü dere­cede güçlü bir insan olduğunu, böy­le bir olay karşısında asla paniğe kapılmayacağını ve yıkılmayacağı­nı, ancak benim, böyle amansız bir hastalığın acısını onun asla tatma­sını istemediğimi söyledim.
Profe­sör benim bu arzuma uydu ve ken­disine ameliyat neticesinin kanser değil, ülser olduğunu söyledi. An­cak, ameliyat sonrası tedaviye baş­lamak gerekiyordu.
Yine ben, Yılmaz'a, ülserinin had safhada oldu­ğu için, yeniden tekrarlamaması ve kansere dönüşme tehdidinin orta­dan kaldırılması gerektiğini, bir sü­re bazı ilaçlar uygulanacağını söyledim. Bana inanır göründü. Daha önceden, tedavisini uygulayacak doktorlara kendisine herhangi bir açıklama yapmamalarını tembihle­dim.
Kendimi ise şöyle teselli edi­yordum: Tıp hızla ilerliyordu, her gün yeni bir ilaç keşfediliyordu. Za­ten çok kısa bir süre içinde hastalı­ğın çaresi de bulunacaktı. Her gün, radyo-televizyon-gazete haberleri­ni, tıp dergilerini dikkatle izliyor­dum. Çok az kalmıştı, dayanmak gerekiyordu.
Özel yiyecekler, özel otlar alıyor, mutfaktan çıkmıyor, sabahtan ak­şama kadar yemek kitapları, çeşit­li özel beslenme reçeteleri, kalori hesaplarıyla yemekler pişiriyor, ona büyük bir ihtimamla bakıyordum. Dayanacaktı, mutlaka dayanacak­tı. Büyük bir gayret gösteriyordu. Spor yapıyordu, yazılar yazıyordu, İspanya'da bir film düşünüyordu, İspanya'yı dolaşıyorduk, yeni iliş­kiler kuruluyor, yeni çalışmaların hazırlıkları yapılıyordu.
Aradan altı ay geçti. Doktorlar, "Her şey normale döndü" dediler. Yenmiştik. Kâbuslar geride kalmış­tı. Yine kendisine hiçbir şey söyle­medim. Kuşkuya kapılmamalıydı. Benim için her şey bitmişti, hallol­muştu. Zaten öyle olacağını biliyor­dum, emindim.
Ta ki, iki ay sonra her şey yeniden başlayana dek. An­cak bu sefer doktorlar kesin bir şey söylemiyorlardı. Kuşkular beynimi kemiriyordu. Yılmaz'a fark ettirmemeye çalışıyordum, galiba o da bana karşı aynı çaba içindeydi. Safra kesesinde taş olabilir, ağrılar on­dan ileri gelebilir demişlerdi.
Bu ihtimale öylesine sıkı sarıldım ve inandım ki, Yılmaz'ı da belki bir süre inandırdığımı sanıyorum. Özellikle hastanede, son günlerde her şeyin bilincindeydi. "Beni ba­ğışla ciğerim, çok kötü şeyler ola­bilir, kendini hazırlamalısın" dedi. Sözlerini yarıda kestim: "Oğlumu­zun üzerine yemin ederim, önemli hiçbir şeyin yok, iyileşeceksin" de­dim. Güldü, inanmak istedi. Erte­si sabah hastaneye gittiğimde çok derin uyuyor buldum. Derin, çok derin. Beni duymayacak kadar de­rin. İlk defa çok korktum. Odadan fırlayıp, daha önceden tanıdığımız Cumhurbaşkanı'nın hanımı, Ma­dam Mitterrand'a telefon ederek yardımlarını istedim. Özel olarak doktorlar gönderdiler.
Bir gün bana: "Sana bir şey ola­cak olursa ciğerim, dünyayı altüst ederim bilesin" demişti. Ben de dünyayı altüst etmeliydim, bir ça­resini bulmalıydım. Sağlık bakan­lığını da ayağa kaldırmıştık. Özel bir uçak hazırdı. Gerekiyorsa, dün­yanın öteki ucuna götürebilecektik. Ben, mutlaka götürmek için dire­tiyordum. Bir yerlerde bir çare ol­malıydı, mutlaka olmalıydı. Tıp bu kadar aciz olamazdı. Ancak dok­torlar, yapılabilecek her şeyin yapıldığını, nereye gidilirse gidilsin ar­tık mümkün olan hiçbir şeyin kal­madığını söylüyorlardı ısrarla.
Ça­resizdik... Evet, yapılabilecek her şeyin belki en iyisi yapılmıştı ama ne yazık ki geç kalmıştık, çok geç... Kurtaramadık...


Yılmaz Güney hapisha­nede geçen yıllarında senaryo ve ro­manlar yazmıştı. Nasıl çalışırdı?

Yılmaz 1972 Mart'ında Selimiye Askeri Cezaevine düştüğü günden, Türkiye'den ayrılmak zo­runda kaldığı 1981 Ekim'ine kadar yazdı. En önemli yapıtlarını hapis­hanelerin o yiyip bitiren, tüketen acımasız koşullarında ve sürgünler­de yarattı.
İlk romanı Boynu Bü­kük Öldüler'di. Bu kitabı yazdığın­da da hapishanedeydi. 18 yaşında küçük bir hikâyeden 1,5 yıl ağır ha­pis cezasına çarptırılmıştı ve Nev­şehir Cezaevi'nde yatıyordu. Yıl 1961'di. Daha sonra da Konya'ya sürgüne gitti.

Ağıt ve Acı da sürgün dö­neminin ürünleri olarak bilinir.

Evet. Yılmaz 1971 yılın­da yasa dışı örgüt ve kişilere yardım ettiği gerekçesiyle önce bir süre göz­altına alındı. Ardından İstanbul'u terk edip Kayseri'ye gitmesi isten­di. Bu dönemin filmleri geçenlerde Fransız Televizyonu'nda gösterilen Ağıt ve Acı oldu.
Resmen tutukla­nıp Selimiye'ye düştüğü 2,5 yıllık süre içinde de üç hikâye yazmıştı: Salpa, Sanık, Hücrem. 1974 affının ardından 3,5 aylık gibi kısa bir sü­re sonra en uzun tutukluluk döne­mi geldi. Bu 7,5 yıl sürdü.
İkinci büyük romanını da bu yıllarda yaz­dı. Bu kitapta Ankara'nın gecekon­du semtlerini Çinçin Bağları'nı ve hapishanedeki çocuk koğuşunu anlatıyordu.
Yılmaz, 1977 Kayseri Cezaevi'ndeki Oğluma Hikâyeler adlı çalış­ması için de şöyle diyordu:
"Oğlu­ma hikâyeler yazmayı, daha 1972'lerde Selimiye'de düşündüm. Devrimci öze sahip bir sanatçı, oğ­luna devrimci miras bırakmalıydı. Oğluma, oğlum vesilesiyle bütün dünya çocuklarına en içten armağanımdır bu hikâyeler. Onların olumlu gelişmelerinin dokusunda kıl kadar pay sahibi olmak bizim için onur vericidir."

Kitaplar dışında sinemay­la ilişkisi nasıl olmuştu hapishane yıllarında?

Yılmaz, diğer bir yandan da, gece gündüz yıllardır uzağında kaldığı büyük tutkusu ve hasreti si­nemayı düşünmekte, düşlemekte ve özlemekteydi. O günlere kadar filmlerini senaryosuz olarak çek­mekteyken, hapishanede en ince detaylarına kadar düşünülmüş, ku­rulmuş senaryolar yazmaya başla­dı.
Bazıları için, (Örneğin Sürü) Doğu bölgesinde yaşayan halkın, aşiretlerin, gelenek ve görenekleri­ni, yaşam biçimlerini, kendisinin çok yakından tanımasına rağmen, o yörelere araştırmacılar göndere­rek, yeniden gözden geçirtiyordu. Olayları, kişileri yaşamın gerçeğine en uygun biçimiyle yakalamak ve aktarmak amacındaydı.
Örneğin, yine "Yol" filminin kahramanlarından, karısını karda dondurarak öldüren Seyit Ali tipi tamamen gerçekti ve bu insan onun yanı başında, hapishanede yaşıyor­du.

İzin, Bir Gün Mutlaka, Sürü, Düşman ve Yol işte bu tutukluluk günlerinin ürünleriydiler.

Bu arada yine kendisinin dışarı­dayken, sınırlı sansür şartlarında, ilkel teknik maddi olanaksızlıklar­da, yönetme olanağı bulduğu bir­çok film olsun, senaryolarını hapis­hanede yazdığı filmler olsun, ken­disinden çok önce Avrupa'ya çık­mışlar, önemli dünya festivalle­rinde ödüller al­mışlardı.
Yılmaz, hapis­hanelerin güç şart­larında, yalnızca sinema alanında, roman ve hikâye dallarında, bir sa­natçı olarak, ülke­sinin toplumsal gerçeklerine ışık tutmanın ve tanık­lığını belgelemenin dışında, dergiler çıkartıyor, siyasi, felsefi, kültürel ko­nu ve sorunları içeren düşüncele­rini de yazıyor, yayınlıyordu.
Çünkü Yılmaz, sadece bir sanatçı değil, aynı zaman­da düşünen, yeni fikirler üretebilen, yeni değerlendir­meler yapan, sü­rekli kendini geliş­tiren, eleştiren, ye­nileyen bir adam­dı. Ne kadar yazık ki, yapmak is­tediklerinin ve üstün yeteneğinin henüz son derece az bir kısmını gerçekleştirebilmişken, bir yaratıcının ihtiyacı olan özgür yaratma ortamı­na henüz yeni kavuşmuşken, hiç beklenmedik bir düşman onu içinden vurdu.


Türkiye'den niçin ayrıl­dı?

Yılmaz'ın on senelik ha­pishane döneminde, istediği her an, hapishanelerden ve Türkiye'den ayrılmasının şartları vardı. Ancak o, artık yapabileceği hiçbir şey kalma­yana, dışarıyla tüm bağları kopar­tılana dek bekledi.
Farklı düşüncelerinden ve değer­lendirmelerinden ötürü hakkında yüzlerce yılı bulan dava dosyalan açılmıştı. Son yazdığı senaryolar, önce sansür kurulunu, daha sonra da Danıştay'ı aşamıyor, daha ön­ce bu engelleri aşan Sürü ve Düş­man filmleri, Antalya Festivali'nde yarışma dışı bırakılıyor, "Güney Film" damgası taşıyan filmler git­tikleri her yerde, sansür ve kısıtla­malarla karşılaşıyordu.
Böylece, Yılmaz'ın artık ülkesin­de sinema yapma koşulları, tümüy­le ortadan kalkıyordu.
81 yılının Ekim ayında ülkesini terk etmek zorunda kaldı Yılmaz. Avrupa'ya geldik. Her zaman bir yurtsever olarak, kendi kültür ve alışkanlıklarına bağlı bir insan ola­rak, ülkesinin en kötü bir cezaevi­nin, en kötü hücresi, başka ülkenin en güzel, en rahat yerlerinden da­ha iyidir diyen Yılmaz, dalından kopmanın acısı ve hüznü ile duygu­larını şiirlerde de dile getiriyordu.
Onun için sürgün, ülkesinin ta­şına, toprağına, havasına, suyuna, ağacına, kuşuna, insanına, aşına özlem demekti. Onun için sürgün bir anlamda sansürsüz film yarata­bilmek ve özgürce düşünebilmek demekti. Onun için sürgün, sürgün demek değil­di.


Yılmaz Güney yurt dışın­da yalnızlık çeki­yor muydu?

Yalnız­lık duygusunu in­san sadece gurbet­te değil, bizzat kendi ülkesinde de duyabiliyor, yaşayabiliyor. Yılmaz, her dönemde yal­nız bir adamdı. Yani yalnız başına mücadele veren bir adamdı demek istiyorum. Çünkü Yılmaz, Yeşilçam'a kendisini kabul ettirmek için savaşırken "yalnız" bir adamdı.
Yılmaz, Yeşilçam'da yap­mak istediklerini gerçekleştirmek için mücadele ederken "yalnız" bir adamdı. Yılmaz, gerçek demok­rasi mücadelesinde, çeşitli grupla­ra, kişilere, entelektüel-aydın çev­relere karşı, kendi görüşleriyle or­taya çıkarken "yalnız" bir adam­dı.
Yılmaz, tek bir şeye güveniyor­du: Halkına... Çünkü biliyordu ki o, halkın yüreğindeydi.


Yol filmiyle Cannes Film Festivali'nde birinci olduktan sonraki yapıtı, Duvar'ı filme almaya nasıl karar verdi?

O büyük başarıdan son­ra tüm dünya sinemasının gözü ve dikkatleri üzerindeydi. Türkiye ve dünya kamuoyları karşısında gö­revleri ve sorumlulukları ile baş başaydı. Yıllarca etiyle kemiğiyle ya­şadığı ve tanığı olduğu hapishane­lerdeki olayları anlatarak, Türkiye manzaralarının önemli ve güncel bir kesitini sergileyen "Duvar" fil­miyle işe başlamaya karar verdi. Daha kolay, Avrupalıların daha çok hoşlarına gidebilecek ticari bir konu da seçebilirdi.
Oysa Türki­ye'yi yeniden gündeme getirmek ve tartışma konusu yapmak için zor olanı ve siyasi yönden zorunlu ola­nı seçti.
Bu film, onun onlarca projesinin ilk adımıydı. Daha sonra yapacak­larında yerel ve ulusal olmaktan, Türkiyeli sinemacı Yılmaz Güney'den yola çıkarak evrenselleşmek istiyor­du.


Genel olarak sanata, sa­natçıya, sinemaya nasıl bakıyordu?
Yığınların bilinçlerinin sarsılmasında, onları, düşünmeye ve kendilerini değiştirme doğrultusunda istek duyurmaya zorlama­nın, sanatçıların kaçınılmaz görevi olduğuna ve sanatçının çağının, ül­kesinin sorunlarına kayıtsız kalma­ması gerekliliğine inanırdı. Halk için mücadele veren bir sanatçıydı.
Yapıtlarında, Türkiye'nin çözü­len feodalizmini, kaybolan gelenek görenekleri, yok olup giden değer­leri, toplumsal-siyasal yaşamın çal­kantıları ve fırtınaları içinde boca­layan, boğulup kalan, çözüm ve yol arayan insanların acı dolu yaşam­larını dile getirdi. Derin aşkların, bağlılıkların, hasretlerin, şefkatin şarkılarını söyledi.

Bugün dünyada, Yılmaz Güney nasıl yankı buluyor?

Romanları ve hikâye ki­tapları, sekiz uluslararası dile çev­rildi...
Filmleri, Avustralya'dan Arjantin'e, İsrail'e, İsveç'­ten Hindistan'a kadar tüm dünya televizyonlarında, sinemalarında ve festivallerinde gösteriliyor.
Yi­ne, dünya sinematekleri, arşivleri­ne onun filmlerini de katmak için uğraşıyorlar. Dünya durdukça, si­nema tarihine altın harflerle ismi­ni dişi ve tırnağı ile kazıyan bu ce­fakâr ve büyük devrimci sanatçı da yaşayacak...

Eşinizin geleceğe ve ço­cuklara bakışını anlatır mısınız?

Yarınlara, çocuklara, ya­şama ve ölüme bakışını doğum gü­nü olan 1 Nisan'da bana Selimiye'den 1974 yılında yazdığı bir mek­tupla anlatmak istiyorum:


"Sevgili yavrum,

Nüfus kağıdıma göre bugün otuz sekiz yaşıma girdim. Önümüzde, denenmemiş acılarla dolu kimbilir kaç yıl kaldı. Hayatı kendim için yaşamıyorum. Acılara da kendim için katlanmıyorum. Ve korkmuyo­rum hiçbir şeyden, başıma gelecek­leri de biliyorum.

Yüzlerce, binlerce yıl yaşayacağız. Yarın bizim çünkü... Biz öleceğiz, ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde... Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları tanımayacak­lar...

Sevgili çocuk, demir yürekli ka­dınım... Korkular, acılar... Yenile­cektir bir gün... İnsanoğlunun yıkıl­maz inancı ezecektir vahşeti... Mut­laka ezecektir...

İnsanları taş du­varlar, demir parmaklıklar arasın­da terbiye etmeyi, onların düşünce­lerini önlemeyi düşünen anlayış yı­kılacaktır... Taş duvarlar, kelepçe­ler, zincirler, demir kapılar yok ola­caktır...

Sevgili... Bahar bütün kuşları, çayırları ve çiçekleri ile geldi... Ba­har biziz sevgili, biziz baharı yara­tan... Bahar yeni baharlara varacak içimizde ağaç, kuş, çiçek bizimle güzeldir.

Sevgili... Çünkü ona can veren biziz.

Otuz sekiz yaşım, ranzam ve daş duvarım...

Parmaklığım... Kelepçem, kır­langıç kuşları ve oğlum ve karım ve anam... hepi­niz...

Merhaba!"


Siz bir gün anılarınızı yazmayı düşünüyor musunuz?

Yazmayı deneyeceğim. Çünkü bunu benden Yılmaz kendi­si istemişti. Uzun ayrılıklara rağmen, en uzun süreli ve ona en ya­kın olmuş olan, yaşamının önemli yıllarının tanıklarından biriyim.
Zamanında, şöyle ya da böyle ya­nında bulunmuş olmaktan veya be­raber çalışmış olmaktan pay çıkar­maya kalkışacak bir sürü insan, doğru yanlış şeyler anlatacak, yazacaklardır. Bunun için, onu yarın­ki kuşaklara en gerçek biçimiyle ak­tarmaya ve belgelemeye çalışmanın en başta benim görevim olduğuna inanıyorum.



Yılmaz Güney'den son­ra Türkiye'ye niçin geri dönmedi­niz? Avrupa'da yalnızlık çekiyor musunuz?

Türkiye'ye benim anla­yışım açısından insan haklarına saygılı, demokratik ve özgür bir or­tam oluşana dek dönmemeye ka­rarlıyım. Diğer yanıyla içimde hep şöyle bir duygu oldu: Yılmaz'ın filmlerinin gösterilmediği, kitapla­rının okutulmadığı, adının Türkiye sinema tarihinden silinmeye çalışıl­dığı bir ülkeye dönmenin ne anla­mı olabilirdi?
Bir gün döneceğim... Bütün bunlar değişmiş olacak...
Avrupa'da yalnızlık duymuyo­rum. Çünkü insan en yakınları ara­sında bile yalnız kalabiliyor, anlaşılamayan karalamalara, dedikodulara, türlü pisliklere maruz kalabiliyor. Avru­pa'da ise ufuklar çok geniş, ilişki­ler zengin, seviyeli ve saygılı... Olanaklar çok çeşitli ve yapılacak çok şey var...


Sizin için yeniden sev­mek, hayata bir başkasıyla yeniden başlamak mümkün olabilir mi?

Çok özel, çok zor bir so­ru sordunuz. Gerçekten zorlandım ancak bu soruya cevap vermekten kaçınmak gerçekçi bir yaklaşım ol­mayacak. Çünkü mademki ben yaşıyorum, mademki yaşam sürü­yor tüm acılara rağmen... Ve sürü­yor tüm zenginlikleriyle, tüm çeliş-kileriyle...
Madem ki, Yılmaz'ın da dediği gibi bahar biziz, bahar yeni baharlara varacak içimizde, ağaç, kuş, çiçek hep bizimle güzel, çün­kü ona can veren biziz. Yani insa­nın insana olan tutkusu, yaşamın özü ve temelidir, öyleyse bir gün yeniden sevmek mümkün olmaya­caktır demek, yaşamın gerçeğine uygun düşmeye­cektir.
Sevinçleriyle, kederleriyle aynı yaşamı paylaş­manın, yaşam mücadele­sinde el ele birlikte direnmenin, dostluğun, da­yanışmanın, fedakârlı­ğın en yüce örneğidir sev­mek.
Biz Yılmaz'la bu duyguları en do­ruk noktalarında çok uzun yıllar boyu, en acımasız koşullarda yaşa­yarak denedik. Onu kaybettiğim sı­ralarda, ölümün o korkunç çaresizliğiyle pençeleşirken, arkasından gitmeyi düşünecek kadar bunal­dım.
Ancak, devam etmek gereki­yordu. Her insanın, hayata ve acı­lara karşı çeşitli direniş bi­çimleri vardır. Kimisi, ölü mün çaresizliği karşısında boyun eğer, hayata küser, kapı ve pencerelerini kapatır, tüm dünyaya karşı ve kade­rine razı olur. Ben, işte bunu yapmamalıyım.
Çünkü ben­ce bu, güçsüzlüktür, zayıf düşmektir. Hayatımın hiçbir döneminde kaderime razı ve güçsüz olmadım. Asla ağla­yıp, sızlanmadım. Kaderimi değiştirmek için on sene uğ­raştım didindim bekledim. Her şeye, Yılmaz'la yeniden başlamak mümkün olsaydı, onlarca sene daha bekler, sabreder, aynı zorluklara, ay­nı acılara ömrümün sonuna dek katlanabilirdim. Ama heyhat...
Şimdi, geçmişin omuzlarındaki mirası ve geleceğin sorumlulukları ile tek başıma çarpışıyorum. Güç­lüyüm...


Yılmaz Güney'le yaşa­makla, Yılmaz Güney'siz yaşamak farkı ne? Yılmaz kendisinden sonra nasıl bir yaşam sürmenizi arzu ederdi?

Yılmaz'la yaşamakla, Yılmaz'sız yaşamak arasında, her zaman çok ince bir sınır vardı. On altı yıllık evlilik dönemimizin yal­nızca altı yılı beraber olabildik. O altı yılın da iki yılı paramparça dört yılı sürgünde, türlü zorluklar, çe­lişkiler, uyumsuzluklar, endişeler, hasretler içinde ve kanser kâbusuyla tükendi...
Hayatı kendimiz için hiç yaşamadık. Yılmaz'ın giderken ikimizle ilgili acısı bu oldu. Arkasından yas tutmamamı, gerçekçi davranmamı ve de artık kendisi için değil, kendim için yaşamamı iste­mişti. Onun bu duygularının uzan­tılarını, geçen gün okuduğum Uru­guaylı yazar Eduardo Galeano'nun sözlerinde buldum:
Yaşamak, ayakta kalmak, bu küçük bir zaferdir. Capcanlı kalmak, vedalaşmalara ve cinayetlere rağmen neşeli olabilmek... Sonunda acıya alıştık ve neşe elemden daha fazla cesaret gerektiriyor.



Bianet.com



Paha biçilemez resimlere soba boyası sıçrattılar!
24/03/2012


Ankara'daki Resim Heykel Müzesi'nde sergilenen değerli tablolara soba boyası bulaştı. Müzede Osman Hamdi Bey ve İbrahim Çallı gibi ünlü ressamların milyon dolarlık tabloları da var.

Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, Ankara Devlet Resim Heykel Müzesi’nin görevden alınan müdürü Osman Ömer Gündoğdu’nun, müzedeki her biri milyon dolar değerinde tabloların çerçevelerini kurumda hizmetli kadrosundaki personele soba boyasıyla boyattığı ve boyanın resimlere zarar verdiği ortaya çıktı.

Bakanlık yetkilileri tablolara bulaşan boyanın, zarar vermeden nasıl temizleneceğini araştırıyor. Müzeye tablolar konusunda uzman bir ressamın müdür olarak atanması için araştırma yapılıyor.

En ünlü tablolar bu müzede

Müzenin koleksiyonunda yer alan bazı önemli tablolar şöyle:


Osman Hamdi Bey’in “Silah Taciri” , V. Vereshchagin’in “Timur’un Mezarı Başında”, Zonaro’nun “Genç Kız Portresi”, Emel Cimcoz’un “Gazi’ye Şükran”, Şeref Akdik’in eşi Sara Akdik’in 40 yapıtlık Şeref Akdik koleksiyonu, Çelik Gülersoy’un 7 yapıtlık hat koleksiyonu, Emel Korutürk’ün İbrahim Çallı portreleri, Bülent-İbrahim Cimcoz’un İbrahim Çallı portresi, Mehmet Özel’in Ayvazovski, Hikmet Onat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eşref Üren ve Arif Kaptan’ın eserleri, İbrahim Çallı’nın “Yatan Çıplak” eserleri.







(Sol – Haber Merkezi)





Rosa: Çok Güzel Bir Canlı Tanık


08/03/2012






Rosa Luxemburg'un özel ve politik hayatını ayırmak istememesi onun gençliğini güçlendiriyor ve savaş aleyhtarlığı/antimilitarizmi aslında bu sağlam temel üzerinde güçlü bir anlam kazanıyor.

Rosa Luxemburg Vakfı (Berlin) 2007 baharında beni Bakü'de bir Kafkasya toplantısına davet etti. Tesadüf bu ya hemen öncesindeki birkaç gün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın Tiflis'teki toplantısına da davetliydim.

Tiflis'teki bildirim Türkiye'deki Barış Girişimleri ve İnisiyatifleri üzerineydi. Aynı yıl Ocak ortasında "Türkiye Barışını Arıyor" adlı toplantı Ankara'da yapılmıştı ve daha üzerinden bir hafta geçmeden Hrant Dink, Agos Gazetesi önünde öldürülmüştü.

2006 boyunca süren barış inisiyatifi çalışmalarında hatırladıklarım arasında Tarık Ziya Ekinci, Mebuse Tekay, Şerafettin Elçi, Oya Baydar, Osman Kavala, Mithat Sancar, Mustafa Karaalioğlu, Ece Temelkuran, Sertaç Bucak, Meral Daniş Bektaş, Melek Ulagay, Murat Belge ve benim de dışımda en az bir 10 kişi daha vardı.

Bu çatışmayı durdurma gayretlerimizi ve Kürt sorununun tedricen çözümüne katkı yolundaki çabalarımızı Tiflis'te İngilizce olarak anlattım. İki gün sonra Tiflis'in yeni yapılmış olan "marka dükkanlı" havaalanından Bakü'ye uçtum.

Sosyal Demokrat Parti'den karşıladılar, artık Rosa Luxsemburg'un alanına girmiştim. Cemal Uşşak ve Erkam Tufan dostlarıma allahaısmaladık demiş, Azerbeycan Sosyal Demokrat Parti yöneticilerinden Leyla Hanım ve arkadaşlarının hoşgeldini ile buluşmuştum.

Bakü'de Kafkasya'daki siyasi süreç ve anlaşmazlıklar üzerine bildiri verdim; sonra Luxsemburg Vakfı bu bildirileri kitap olarak yayınladı.

Sovyet deneyiminin geleneği bu akademik kapalı toplantıda (20 kişi) mevcuttu. Ulusu ve etnik kültürü aşan, aşmaya çalışan bu atmosfer zihnen rahatlatıcı bir etki yaratıyor.

Tiflis-Bakü toplantılarında yaşanan farklı ve fakat tamamlayıcı ortam benim için çok doğaldı. Bugün Bakırköy tutukevinden bu bileşime bakınca yine de sağlıklı bir devamlılık görebiliyorum.

Ayrıca Bakü'deki toplantının son gecesi Azeri meslekdaşların bizi götürdüğü gece klubündeki saksofoncunun performansı hayatımda duyduğum en müthis cazdı. Bu kalıcı tadı da Rosa Luxsemburg'a borçluyum.

2009 da Rosa Luxemburg Vakfı (bu sefer Moskova merkezi) yine aradı ve Tacikistan'a davet edildim. Duşanbe'yi görmek isterdim, ayrıca Orta Asya ülkeleri açısından da Avrasyacılık üzerine çalışmaktaydım. Akademik Araştırmalar Dergisi yöneticisi Dr. Ali Bayram ile de anlaşmıştık bir Avrasyacılık özel sayısı derlemekteydim.

Tacikistan'a merakım Rosa Luxemburg Vakfı'na olan saygı ile birleşince bu daveti kabul ettim. Moskova'ya yazdım, Marmara Üniversitesi'nde bizim bölümde Tacikistan ve Özbekistan üzerine daha yeni tezini tamamlamış olan Dr. İdil Tuncer'in de katılımını önerdim. Duşanbe'ye İdil ile birlikte gittk.

Ben Avrasyacılık ve Orta Asya konusunda, İdil de Tacikistan iç çatışmaları ve siyasal yapılanmalar konusunda bildiriler verdik. İdil'in bildirisi çok iyi karşılandı, dışarıdan eleştirel bakış Tacik akademisyen ve politikacıları çok memnun etti.

Yine 20-25 kişilik kapalı bir toplantıydı; akademisyen kadar hatta daha çok politikacı vardı. Komünist Parti temsilcileriyle İslamcı Parti temsilcileri rahat, esnek ve samimi bir biçimde tartışabiliyorlardı.

Sovyet kültürel atmosferi de, milliyetçi tekçi atmosfer de pek yoktu, daha çağdaş, hafif post modern bir politik ortam algılıyordum. (Duşanbe'deki beş gün boyunca ağır grip geçirmekte olduğundan isimleri hatırlayamıyorum. Bir gün İdil'le uzun uzun Tacik (Farsi) müzik CDleri dinleyip seçim yaptığımızı, beşer altışar CD satın aldığımızı ve meşhur Samavi heykelinin önünde fotoğraf çektirdiğimizi hatırlıyorum.)

Rosa Luxemburg ise hep aklımdaydı, onca mücadele bugünkü resmin içinde ne anlam taşıyordu?

Onun hakkında ayrıntılı bir kitap okuma isteğim tam iki yıl sonraki kış Bakırköy Kadın Tutukevindeki aralık ayında gerçekleşti. Ordan burdan Rosa bilgilerine bir son vererek Annelies Laschitza'nın yeni belgeler, mektuplar da içeren kapsamlı anlatımıyla bir kaç hafta geçirdim. Araya başka okumalar yazmalar giriyordu ama Rosa hep yanımdaydı.

İyimserlik, pozitif beklenti, muhalefet, tutku, aşk, çalışkanlık, randıman, daima mizah, ince dokundurmalar, resim, botanik, ekonomi politik, işte kendisi.

Laschitza bu kitapta hem tarih, hem biyografi, hem edebiyat, hem siyasal analiz... hepsini birden başarıyor.

Özellikle Almanya için "sosyal demokrasi" kavramının dönüşümünü Rusya için "sosyal demokrasi"nin dönüşümü ile karşılaştırma ve yeniden gözden geçirme olanağı veriyor.

Rosa'yı anlatırken çevresindeki önemli erkek karakterleri ve Clara Zetkin'i Rosa'nın kendi mektupları aracılığıyla değerlendirme imkanı sunuyor.

Mektuplardan çok güzel bir canlı tanık uslübu yaratmış. Mektuplarda Rosa ve Clara'ya cinsiyetçi hakaretlerle dolu saldırılar da aktarılıyor. Ama en önemlisi Birinci Dünya Savaşına girerken ve savaş boyunca Rosa Luxemburg'un hem dışarda hem içerde sürdürdüğü antimilitarist mücadelenin aktarımı gerçekten çok etkileyici ve öğretici. [2003 de ABD Irak'a savaş başlatmadan önce California'da bir üniversitede birkaç uluslararası ilişkiler profesörüyle tanışmıştım. Şubat 2003'te pek yakınlarındaki San Fransisco'da toplanacak olan savaş aleyhtarı yürüyüşten bile haberleri yoktu!]

Rosa Luxemburg'un Bolşevik Devrimi'nin bazı önemli strateji ve taktiklerine de yönelttiği eleştiriler, kendi bazı yanılgıları, sevdiği erkeklerden sürekli özel ilgi bekleme noktasındaki zaafları, kısaca tüm doğallıkları ve işleri bitirme dışında hiç başvurmadığı zorlamaları.

Ülkesi Polonya için de, Almanya için de daima milliyetçiliğe karşı durmasını bilen, savaşı bu açıdan sade fakat derinlemesine tahlil edebilen Rosa'nın anlatısı.

Rosa Luxemburg'un en sıcak yanı bence özel ve politik hayatını birbirinden ayırmamak istemesi. Özel ve politik hayatını ayırmak istememesi onun gençliğini güçlendiriyor ve savaş aleyhtarlığı/ antimilitarizmi aslında bu sağlam temel üzerinde güçlü bir anlam kazanıyor. (BE/BA)

* Rosa Luxemburg Her Şeye Rağmen Tutkuyla Yaşamak, Annelios Laschitza, Yordam Kitap 2010

Evrensel




İngiliz işçi sınıfı tarihinden bir kesit: Cato Sokağı Komplosu

25/02/2012


İngiliz işçi sınıfının mücadele tarihi, genellikle Çartizmle başlatılsa da, 18. yüzyılın sonunda özellikle Fransız Devrimi ve Jakobenlerden etkilenerek egemenlere karşı savaşan emekçi örgütleri mevcuttu. 23 Şubat’ta polis tarafından ortaya çıkartılan Cato Sokağı Suikasti de, böyle bir örgütün işiydi.

Cato Sokağısuikastçileri, 18. yüzyılın önemli radikal isimlerinden olan Thomas Spence’in takipçileriydiler. Spence, 1792 yılında Londra’ya yerleşen bir öğretmendi. Fransız Devrimi ve Jakobenizmden etkilenen Spence, yazdığı çeşitli broşürler, kitaplar ve yayımladığı Pigs Meat dergisiyle düşüncelerini yaygınlaştırıyordu.

Spence, merkezileştirilmiş bir örgütten ziyade, küçük gruplar halindeki ve yerel komitelerde birleştirilen hücrelerin eylemliliğine inanıyordu. Bir tür “ütopik sosyalist” diyebileceğimiz bu radikal düşünür, Britanya’daki bütün toprakların eşit bir şekilde dağıtıldığı takdirde her yurttaşa 7 acre’lık (30 bin metrekareye yakın) arazi düşeceğini hesaplamıştı. Spence’in 1800 ve 1801’de Londra’da çıkan ekmek ayaklamalarında parmağı olduğu düşünüldüyse de, hükümet bunun hakkında yeterli kanıtı elde edemedi.

‘Spence’çi Filantropistler Cemiyeti’

Thomas Spence’in 1814’teki ölümünden sonra, takipçileri bir dernek-topluluk adıaltında örgütlenmeye başladılar: Spence’çi Filantropistler Cemiyeti. Bu Cemiyet, Londra’da yaygınlık kazanmış ve Britanya hükümetinin dikkatini çekmişti. Bunun için çeşitli ajan-muhbir faaliyetlerine girişildi.


2 Aralık 1816’da, Spa Fields’da büyük bir gösteri örgütleyen Cemiyet’in, daha sonra adını duyacağımız Arthur Thistlewood’un da aralarında bulunduğu dört lideri“ihanet” suçlamasıyla tutuklandı.


Peterloo Katliamı ve Altı Yasa

Aslında Cato Sokağı Suikasti’ne yaklaşıldığı zaman, İngiltere’de emekçi sınıfların mücadelesi, tarz bakımından yenilgiye uğramak üzereydi. On yıllar boyunca, kendi işini yapan bağımsız emekçi zanaatkarların, makine kırıcıLuddistlerin fabrika disiplinine, mülksüzleştirilmeye tepki olarak önderlik ettiği emekçi sınıf hareketi, Sanayi Devrimi galebe çaldığı oranda daha radikal ama umutsuz çıkışlara yönelecek, çeşitli komplolarla eşitlikçi bir düzen arzularına ulaşmaya çalışacaklardı.

İngiliz Marksist tarihçi E.P Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu isimli kitabında, 1819’daki Peterloo Katliamı’ndan önce, İngiltere’nin bir devrimin eşiğinde olduğunu söyler. Thompson’a göre, İngiliz ancien regime’i çözülmek üzereydi.İşçi sınıfı reformcularının talepleri bugünden bakıldığında hayli “yumuşak”gibi gelebilir-toplanma hakkı, basın özgürlüğü, genel oy hakkı gibi şeyler-;ancak 1819 yılının sonuna doğru, bu talepler etrafında yapılan radikal işçi sınıfı ajitasyonu bile yönetici sınıfı çözmeye yetiyordu. Üstelik, Peterloo’da toplanan yüz bine yakın insanın, artık belirli bir disiplin altında hareket ediyor oluşları, işçilerin bir tür sınıf olduğu algısını da kuvvetlendiriyordu.

Peterloo’da olanların modern Britanya tarihinde bir dönüm noktası olduğu birçok tarihçi tarafından söylenmiştir. İngiliz hükümetinin St. Peter Fields’de gerçekleştirilen gösteriye bu denli ağır bir saldırı yapılmasını gerçekten isteyip istemediği belli değildir. Yine de, 11 kişinin öldüğü ve 600’ün üzerinde kişinin kılıç darbeleriyle yaralandığı bu gösterinin ardından olanlar, hükümetin bu katliamı bir araca dönüştürdüğünü, katliamdan hemen sonra bütün radikal reform taleplerini “ihanet” olarak yasaklayan Altı Yasa’nın çıkartılması anlatmaktadır.

Peterloo Katliamı’ndan sonra bazı kitlesel protesto gösterileri gerçekleştirilse de, esasında 18. yüzyıldan kalma İngiliz radikalizmi tepe noktasına ulaşmış ve düşüşe geçmişti. Cato Sokağı Komplosu da bu şartlar altında planlanacaktı.


Cato Sokağı Suikasti

Adını Edgware Road yakınındaki Cato Sokağı’ndaki bir evden alan Spence’çi grubun suikast girişimi, trajik bir dekadans olarak tarihe geçti. Yukarıda bahsedilen Spence’çi Filantropistler tarafından yapılan plana göre, hükümetin bütün bakanları ve Başbakan Lord Liverpool öldürülecekti. Cato SokağıSuikastçileri, Peterloo ve Altı Yasa’nın öfkesiyle hareket ediyorlardı.Bakanlar ve Başbakan öldürüldükten sonra, Cemiyet tarafından bir Kamu Güvenliği Komitesi kurulacak ve yönetimi bu komite ele alacaktı.


Grubun lideri olan Arthur Thistlewood’un bir Cumhuriyetçi ve Jakoben olduğu kesin görünüyor. Thistlewood’un Fransa’da bir subay olarak görev yaptığı, çok iyi kılıç kullandığı bilinenler arasında. Thompson’a göre, Thistlewood şöyle düşünüyordu:

“Thistlewood, ülkeyi baskıdan kurtarmak görevinin kendi üzerine düştüğüne inanıyordu. Eğer Kule’ye, Banka’ya, Parlamento’ya ya da Kral’a karşı yalnız ilk darbe vurulabilirse, işaret verilmiş olacaktı ve (öyle inanıyordu) ondan sonra Spitalfields, Minories, Smithfield ayaklanacaktı; ve ‘Kırsal Yerler’ önüne geleni süpürecekti.”

Grubun içinde bir de hükümet ajanı bulunuyordu: George Edwards. Thistlewood’un emir subayıolan Edwards, grubu kışkırtarak eyleme geçirmeye ikna etmişti.

23 Şubat 1820 tarihinde, harekete geçmeye karar veren İngiliz polisi, Cato Sokağı’ndaki grubun evinin etrafını tuttu. Grup eve gelince saldırıldı ve bir çatışma başladı. Thistlewood kılıcıyla bir polisi öldürdü. Grubun bazı üyeleri yakalanırken, Thistlewood ile beraber dört kişi kaçmayı başardı. Ancak hemen herkes, birkaç gün içerisinde hükümetçe yakalanmıştı.


Mahkeme ve idam

Thistlewood ve arkadaşları, tahmin edileceği üzere Anayasa’yı ilga etmek, değiştirmek, vatana ihanet gibi suçlardan yargılandılar. Grubun hem yargılama sürecinde, hem de darağacında oldukça cesur hareket ettiği bildiriliyor. Ancak Thompson’ın aktardığına göre, Thistlewood mahkemeden önce Londra sokaklarında halka teşhir edilirlerken kendilerini kurtarmaya kimsenin yeltenmemesi nedeniyle hayal kırıklığına uğramıştı.

Ekipte yer alan bir kasap olan James Ings, darağacına gitmeden önce karısına yazdığı mektuptaşunları söylüyordu:

“Yasaya göre ölmek ve seni ahlaksızlığa batmış, adalet ve özgürlüğün başka uzak kıyılara kaçmış olduğu bir ülkede bırakmak zorundayım... Şimdi, sevgilim, benim darağacıma çıkmamın nedeninin çok saf bir niyet olduğunu unutmamanı dilerim. Aç insanlara, kadınlara ve çocuklara bir hizmet yapmam gerektiğini düşündüm...”

Ayakkabıcı John Brunt ise, “Suikast işine kamu yararı için girdiğini, duracak türden bir adam olmadığını, işi sonuna kadar götüreceğini, eski bir Briton’un ahvadı olarak öleceğini” haykırıyordu.

Thistlewood ise müstehziydi. İdamdan önce “Ölüm ya da Özgürlük” şarkısını söyleyen Ings’e, “Kes sesini Ings; bu gürültü olmadan da ölebiliriz” demişti. Darağacına çıktığında ise, “Buradaki herkesin hatırlamasını isterim ki, ben özgürlük davası uğruna ölüyorum...” diyecekti.

Cato Sokağımahpusları, belki de tarihin bir ironisi olarak, 1820 yılının 1 Mayıs günü idam edileceklerdi.

Şu kaynaktan faydalanılmıştır:E.P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev. Uygur Kocabaşoğlu, 2006, İstanbul, Birikim.



(soL - Haber Merkezi)




Rembetiko öldü de asıl uzun havaya ne oldu!

19/02/2012








İçimiz sıkıldığında, derdimizi dile getirmek için çektiğimiz ‘aman’lar, ne çok zamandır yankı buluyor bu topraklarda kim bilir. ‘Aman’ın ortak bir kültürü işaret eden bir yakarış olduğunu biliyor muydunuz. Rum, Ermeni, Arap, Kürt... ‘Aman’ çeken bizdendir, Anadolu’dur... Bu iç çekiş, dünyanın neresine gidersek gidelim, hep tanıdık gelecektir bize. Bu ortak duyguların birleştiği mekanlardan biri de Cafe Aman’lar olmuş vakti zamanında. 19. yüzyıl Osmanlı döneminde, ‘müzikli veya semai kahvehaneler’ olarak biliniyor Cafe Aman’lar. Zorunlu göçlerle yurtlarından kopartılan Rumlar, acılarını ‘Cafe Aman’larda, ‘Rembetiko’ şarkılarıyla dile getirmişler. Günümüzde etkisini yitirmiş bir müzik türü olarak bilinen Rembetiko, içinde buralara ait insan hikayeleri taşımasına rağmen unut(tur)uldu. Stelyo Berber ve Pelin Suer çifti, Bizans’tan Osmanlı’ya ve Osmanlı’dan günümüze ulaşmış olan anonim şarkılar ile dönemin ‘Cafe Aman’larında icra edilen bu eserleri bir araya getirmeye çalışıyor. ‘Cafe Aman’  isminde bir grup kuran çift, taş plaklarda kalan rembetikoyu uzun yıllar sonra kendi toprağında yeniden gün yüzüne çıkardı. Bir dönem müziği olan Rembetiko’yu hatırlatmaya, geniş yığınlara tanıtmaya çalışan çift, sadece bu topraklardan geçip gitmiş müziklerin değil, hâlâ yaşayan müzik ve kültürlerin de yok sayıldığına dikkat çekiyor. “Rembetiko dönemini kapatıp kendisini başka bir yere devretmiş bir müzik. Ama Anadolu’da hâlâ ağıtlar yakılmıyor mu? Uzun havalar, hoyratlar okunmuyor mu? Bunları neden biz bilmiyoruz?” diye soruyorlar.

Sizi tanıyabilir miyiz?
Ben İstanbul doğumluyum. Aslen ‘60’lı yıllarda İmroz’dan gelen bir ailenin çocuğuyum. Lise eğitimimi İstanbul’da bitirdikten sonra Yunanistan’a gittim ve üniversiteyi orada okudum. Ama buradayken zaten müzik meşk etmeye başlamıştım. Meşk etmeye diyorum çünkü benim ilk müzik deneyimim patrikhanede kilise müziği üzerinden oldu. Öğrencilik yıllarımda Atina’da yaşarken aslen kökeni İzmir’in Bayındır köyünden olan Yunanlı bir derlemeci ve halk müziği icracısı olan İzmirli Domna Samiu ile tanıştım. Ondan o dönemin şarkılarını meşk etme fırsatım oldu. Sonrasında rembetiko okumaya başladım. O dönem üstatlarla bir araya gelerek ilk deneyimlerimi yaşadım. İlk diyorum çünkü burada bu tarzı okuyan insanlar kalmamıştı. 1999 yılında İstanbul’a kesin dönüş yaptım ve patrikhanede muganni olarak çalışmaya başladım. Halen oradaki görevim devam ediyor. Ayrıca ferdi olarak yaklaşık bir on senedir Muammer Ketencoğlu ile birlikte çalıştıktan sonra eşim Pelin Suer ile birlikte Cafe Aman İstanbul’u kurduk. Yaklaşık üç sene oldu. Bu üç sene zarfında da albümümüzü hazırladık. Bu arada geç kalmış lisansımı da tamamlamak için çalışıyorum. Türk müziği ses eğitimi alıyorum Türk Müziği Konservatuarında. Eşim oradan mezun. Benim zaten hayalimdi Türk müziği okumak. Böylelikle de hayalimi gerçekleştirmiş oluyorum.


REMBETİKONUN FASLI

Cafe Aman’ı hangi düşünceyle kurdunuz?

Açıkçası grup bir ihtiyaçtan doğdu. Senelerdir severek dinlediğimiz bu müzik tarzını insanlarla paylaşmak ihtiyacı... Bunu daha profesyonel daha sağlam bir ekiple yapmamız  gerektiğini düşündüğümüz için yine bu müziğe gönül vermiş sazendelerle böyle bir ekip kurduk. Hedef de bu topraklara ait olan bir repertuvarı başta Türkçe ve Rumca olmak üzere tekrar değişiklikle hatırlatmak ve bir noktada sevdirmek. Zaten bizim müziğimiz bu. Bir dönem müziğini biz tekrar bu icralarla, yenilenen repertuvarlarla tekrar yaşatmaya çalışıyoruz. Bu da çok ilgi topluyor. Bu çizgide Fasl-ı Rembetiko’yu yaptık. Aslında böyle bir tarz da yok böyle bir isim de yok. Kendi içimizde üretmiş olduk.

Rembetikonun anlam ve içeriğinden bahsedelim biraz da. Bir yunan müziği demek doğru olur mu?
Anadolu Rumlarının buradan mübadele ile Yunanistan’a ve göçtükleri yerlere götürdüğü bir müzik türü diyelim buna. Rembetiko yapıldığı dönemde, ‘Biz rembetiko yapıyoruz’ gibi lanse edilmedi. Daha sonraları araştırmacıların ve plak şirketlerinin koyduğu bir isim bu. İlk etapta bu farklı coğrafyalara yayılmış ama Anadolu’da doğmuş, farklı etnik kültürlerin içinde varolduğu ama Rumların başını çektiği bir müzik türü. Haliyle bütün bunları içinde barındıran, bir akım gibi artık algılanmaya başlandı çok sonrasında. Biz de ağırlıkta olarak bu repertuvarı işlediğimiz için bu ismi kendimize yakın bulduk. Ama zaten rembetiko çok karmaşık da bir kavram. Çünkü farklı ekolleri içinde barındırıyor ve farklı coğrafyalarda icra ediliyor. Yani bu müziği anlamak için aslında son yüzyılın, hatta son yüz elli yılın sosyokültürel, sosyoekonomik tarihini de incelemek gerekiyor. Ne zaman oldu? Nerede oldu? Mübadele ile bir buçuk milyon Rum’un buradan göçmesi, bu müziğin de çoğunluğunu aldı götürdü. Onun için geride bir şey kalmadı. Rembetikonun temelinde Zeybek, Kasap ve bazı geleneksel formattaki dansları içeren bir ritim yapısı var. Ama çoğunlukta Zeybek ve Kasapiko. Kasapiko da Sirtakinin orijinal adı. İlk parçamız İstanbul Kasapikosu’nu özellikle seçtik.

Ne anlatır Rembetiko?

Rembetikonun yelpazesi çok geniş. İçinde anonim türkü güftesi var, yazılmış güfteler var. Bu güfteler; tabii ki olmazsa olmaz aşktan bahsediyor; gurbetten, göçten, savaştan bahsediyor. Çok fazla acı yaşayarak gittiler buradan insanlar. Tabii o dönemin bütün gazelleri, -biz ‘amane’ diyoruz -, bunlar üzerine Ama sadece bu da değil. Özellikle seksenli yıllara kadar bu müzik üzerine araştırma yapanlar, bu müziği haşhaş tekkeleriyle bağdaştırıp böyle bir etikete sokmuşlardı. Sonrasında ortaya çıktı ki böyle bir algı çok yanlış. Daha doğrusu insana bakıp sadece gözünü görmek gibi bir şey. Haşhaş tekkeleri de var tabi ama sadece onlarla sınırlı değil. Ama bu geniş yelpazeyi aktarabilmek de kolay değil. Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı başka birine anlatman nasıl zorsa, benim bunları anlatmam da o kadar güç. Bazı güfteler çok basit gibi duruyor ama o güftenin bağlantılı olduğu başka bir konu var. Örneğin albümdeki üçüncü parça Yannis Papaioannu bestesi bir aşk parçası ama bir acı da var: “Anixe, Anixe. Lütfen aç, artık beni kabul et. Senin için deliriyorum” diyor. Ama o acıyı, parçanın zeybek olması, o ritim o giriş taksimi, o melodi anlatıyor. İnşallah ileriki işlerimizde bunları biraz daha anlatma fırsatımız olur.

İLETİŞİM MÜZİĞİ YAPIYORUZ

Rembetikonun tanınması ve boy salması için yaptığınız uğraşlardan bahseder misiniz?

Aslında yaptığımız müzik bir tam anlamıyla bir konser müziği değil. Bir iletişim müziği. İnsanların bir araya gelerek buluştukları, paylaşım müziği aslında. Biz bunu böyle minik bir gösteri haline sokup hem dansıyla, hem müziği ile; hem farklarıyla, hem ortak kültürleriyle birlikte vurgulayarak özellikle Türkiye’de ve yurt dışında da tanıtmayı hedefliyoruz. Aslında bunun bizden bir şey olduğunu ve çok da duyulduğu kadar uçuk kaçık bir şey olmadığını aktarmak istiyoruz. Çok basit işte 9/8’lik bir zeybek, bir abdaliko, bir kasapiko aslında. Bence özlem duyduğumuz bir şey bir yanıyla. Bizi Türklerin dinlemesinin nedeni de bu. Adam anlamasa da zevk alıyor.

Benzerlikler ve farklılıklar üzerinden birbirine bağlanmış insanların ürettiği ortak kültürlerin, ayrımcılık yapılarak koparılması sizi ve müziğinizi nasıl etkiliyor?
Bu göçler, mübadeleler yaşanmasaydı bu müzik doğal akışını burada sürdürecekti. Açıkçası bu tarihsel süreç devam etseydi buraların bambaşka olabileceğini ben tahmin edebiliyorum. Bu bir varsayım tabii ama neden hepimiz “eski İstanbul” diyoruz. Turistler belki beğeniyor bugünkü İstanbul’u ama İstanbul’u yaşamış olanlar nedense eski İstanbul’u yad ediyor.
Ben bu albümü 30-40 sene önce yapamazdım bu kolaylıkla. Bu bir teselli değil ama yaşadığımız gerçeğin bir parçası olarak düşünüyorum. En azından bizde ‘kendimizi ifade edebiliyoruz’ noktasında önemli. Çünkü ben bildim bileli nerdeyse bizim albümde icra ettiğimiz çoğu parça ilk defa Türkiye’de icra edilip burada bir stüdyoda yapılan bir çalışmayla müzikal anlamda destekleniyor yani. Yoksa bizim gibi müzik yapan, bizden çok daha iyi müzik yapan ustalar var bütün dünyada. Bir Rum olarak Türkiye’de müzik yapmak kendi içinde farklı bir deneyim.

HİTİT MÜZİĞİNİ BİLİYORUZ PEKİ HOYRATI!

Türkiye’nin müzik kültürü üzerine ne düşünüyorsunuz?

Çok zengin bir müzik kültürü barındıran bir coğrafyada yaşıyoruz. Ama korkarım ki bu kültürün çok da farkında değiliz. Sanayi devriminden sonra insanların şehirlere toplanmasıyla birlikte bütün insanlar köklerinden bir kopuş yaşadı. Çok basit bir kopuş değildi bu. Yaşadığımız yerlerde sıkıntı yaşasak da şu anda bizde olmayan bir kimliğimiz vardı. Bu kimliği ne oluşturuyordu; yeme içme kültüründen tutun dans etmeye, müziğe kadar uzanan, kendi içinde bir zenginlik... Bunları biz sanayi devrimi ile tamamıyla ekonomik çıkarlarla hareket eden bir sistemin içine entegre etmeye çalıştık, zorla. Bu da  olmadı, olmayacak da.
Kültürel anlamda gerçek kimliğimizi ve özümüzü çok hızlı kaybetmeye devam ediyoruz. Türkiye’de bir aşık geleneği var. Yani biz Aşık Veysel’den sonra bittiysek, yazıklar olsun bize. Bunu devam ettiremiyorsak orda bir nokta koyup, ‘Kardeşim biz ne yapıyoruz?’, ‘Nereye gidiyoruz’ diye konuşmak lazım. Bir dönem müziğinden bahsetmiyorum. Rembetiko bitmiş bir müzik. Yani dönemini kapatıp kendisini başka bir yere devretmiş bir müzik. Bunu biliyoruz. Haa aşıklar için de böyle bir şey geçerli olabilir ama Anadolu’da hâlâ ağıtlar yakılmıyor mu? Uzun havalar, hoyratlar okunmuyor mu? Bunları neden biz bilmiyoruz? Sadece Kral TV mi var bu Türkiye’de? Bunlara illa sahip çıkalım gibi bir klişeyle de yaklaşmıyorum. Kendimizi farklı şekillendirmeliyiz. Genel olarak kalıplaşmış mantaliteyle düşünüyoruz. Biz Hititleri biliyoruz, Uygurları biliyoruz, müzikleri, kültürleri biliyoruz. Ama kendi müziğimizi bilmiyoruz. Biliyoruz da bilmiyoruz! Genel bir söylem var ama genel söylem aslında işin özünü anlatmıyor. Halbuki müziğin kendisi gidiyor! Yani onun için ne yapıyorsun sen? Aşık geleneği yanında bir o kadar eski dönemde saray müziği, Türk sanat müziği de kayboluyor. Tamam bugün bir şeyleri belki dinleyemiyoruz ama vardığımız nokta da uçurumun en dibi. Ben konservatuvarda okuyorum, bakıyorum insanlar zoraki, zevk almadan, sırf diploma için okuyor repertuvarı. Halbuki sen onu alacaksın o bir temel, o bir dönemin kültürü. O senin için bir nimet zaten. Sabah akşam onu oku diye bir şey yok yani. Ama ağacın kökleri vardır. O kökleri olmadan sen yukardan istediğin kadar uğraş güzel görünsün diye. Bir gün kuruyacak yani.

TARİHTE ‘CAFÊ AMAN’ KÜLTÜRÜ

19. yüzyıl Osmanlı döneminde, ‘müzikli veya semai kahvehaneler’ olarak da adlandırılan Cafe Amanlara; daha çok İstanbul, İzmir, Atina gibi, dönemin önemli liman şehirlerinde rastlanmaktadır. Farklı etnik kültürlerden hanende ve sazendelerin bir araya gelerek; repertuvarlarını karşılıklı bir etkileşim ve paylaşım içinde doğaçlama olarak seslendirdikleri bu mekanlar, adlarını, şarkı sözlerinde sıklıkla tekrarlanan ve Arapça bir kelime olan “aman”dan alır.
Osmanlı dönemi meyhane kültürünün bir devamı olarak görebileceğimiz Cafe Aman’larda, Anadolu müzik kültürüne ait yerel enstrümanlar çalan müzisyenlerin yanı sıra Avrupa müziği yapan icracılara da rastlanıyordu. Cafe Aman, Cafe Santur, Cafe Chantant adını taşıyan bu mekanlar, İstanbul’un Galata, Pera, Fener gibi semtlerinde bulunmaktaydı.
19. yüzyılın İstanbul’u, tarihi ve ekonomik bir merkez olmakla kalmıyor, sosyal anlamda da çok kültürlü bir zenginlik sergiliyordu. Cafe Amanlar, çok kültürlülüğün egemen olduğu bu süreçte; şehir ortamında farklı dillerden ve türlerden müzikleri buluşturan önemli mekanlardandı. Ancak 1922 Nüfus Mübadelesi ile Anadolu’da yaşanan büyük göç, diğer Anadolu etnik müzikleri gibi, rembetikonun da ana vatanından ayrılmak zorunda kalması anlamına geliyordu. Kendisine sığınacak bir yer bulabilmek için yeni coğrafyalara doğru denize açılan rembetiko böylece dünyanın pek çok yerine dağıldı. Bu müzik kültürünün doğal taşıyıcıları olan müzisyenler, sanatlarını göçtükleri şehirlerde devam ettirmeye çalıştı. Eski ve köklü Anadolu etnik müzik kültürü, yeni coğrafyalara taşınırken, orada rastladığı yerel ögelerle de yollarını buluşturarak farklı ekollerin oluşmasına vesile oldu. Örneğin; ud, keman, santur ile icra edilen İzmir ekolü temsilcileri (P. Tundas, S. Peristeris, A. Hacihristos, vb.), Atina’nın Pire limanına taşıdıkları bu kültürü yeni nesillere taşıma fırsatı bulmadan dönüşüm geçirdi. Artık o, buzuki ve gitar ile icra edilen Pire ekolüyle (M. Vamvakaris, Y. Papioannu, V. Tsitsanis vb.) harmanlanmış, yepyeni bir şekil almıştı...
Rembetiko adı altında topladığımız, anonim halk ve şehir müziklerini bir arada barındıran bu geniş repertuvar; fonograf ve gramofonun keşfedilmesiyle birlikte yapılan kayıtlar sayesinde, hem yaygınlaşmış hem de günümüze ulaşabilmiştir.



PELİN SUER: STELYO YABANCI DAMAT DEĞİL


“Aynı coğrafyaya ait, aynı toprakların müziği. Hem çok yakın hem çok farklı. Bu müzikte hem hep bildiğim, hep hissettiğim bir şeyleri karşılıyor ve dolduruyordu. 6-7 yıl flemenko dansı yaptım. Flemenko, Tango, Blues ve Rembetikonun hem tarihsel anlamda birbirlerine yakın müzikler olduğunu düşünüyorum, hem de özellikle underground, halkın alt kesimlerinden çıkmış ve büyümüş müzikler olduğu için daha samimi ve güzel geliyor.”
“Rembetiko da tavernaya ya da grek müziğe indirgendi. En basitinden tabak kırmak. Bizim kültürümüzde bir şey kırıldığı zaman kötülüğü aldığı düşünülür. Tabak kırmak da problem değil, isteyen tabağı isteyen kafasını kırsın ama tabak kırmak müziğin önüne geçtiği zaman bir şeyleri sorgulamak gerekiyor.”
“Türkiye’de insanların birbirlerini kabul etmeleri ve sindirmelerine çok fazla ihtiyaç var. Oldukları gibi yani durduğu yerde onu değiştirmeden orada tutabiliriz gibi bir mantalite çok eksik bizde. İnsanlar bırakın uzak tarihi, yakın tarihlerinden bihaber. Örneğin Stelyo ile evlenirken benim akrabalarım hep “yabancı damat” dediler. Aslında yabancı değil. Ya da işte göçmen olduğunu düşünüyor bir çok insan. Bilmiyorlar ki bu coğrafyada bu insanlar geldi geçti. Hâlâ yaşayanlar var. Çok ciddi bir cehalet var ama insanı huzursuz da ediyor.”

Erkan Araz


Evrensel




Sabahattin Ali neden öldürüldü?

12/02/2012

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Sabahattin Ali'yi CHP öldürdü" sözleri yeni bir tartışma başlattı. Cansu Fırıncı'nın, Ali'nin doğumunun 100. yılında yazmış olduğu yazıyı okurlarla paylaşıyoruz.

Bin dokuz yüz yedi’de doğdu, kırk sekiz’de öldürüldü, iki bin yedi doğumunun 100. yılı. Ölümü hâlâ aydınlatılamadı. Katline dair çok şeyler söylendi; kişisel zaaflarından tutun polisle işbirliğine kadar.

Daha yaşadığı dönemde yapıtları yabancı dillere çevrildi. Sovyetlerde onun kadar tanınmış bir başka yazar daha yoktu: “Tanınmış Türk yazarı Sabahattin Ali (1907-1948) eskiden beri ünlü Sovyet Türkologlarının dikkatini çekmiştir. Zaten, özellikle daha 40’lı yıllarda Sovyetlerde Sabahattin Ali ölçüsünde tanınmış başka bir Türk yazarı yoktur. Daha hayattayken Sabahattin Ali hakkında tez yazılmış, yapıtları üzerine araştırmalar yapılmıştır. Bundan sonra iki romanının çevirileri, öykücülüğünün en önemli yanlarını inceleyen makaleler ve ayrı ayrı monografiler yayınlanmıştır. Böylece yalnız uzmanlaşmış Türkologlar değil, genel olarak Sovyet okurları da bu büyük yazı ustasının yapıtlarını yakından tanımışlardır.[1]

Yalnızca yurtdışında değil memleketinde de dikkatleri üzerinde toplamış bir yazardı. Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın Sabahattin Ali Olayı kitabında[2] Bekir Semerci ve Mehmet Başaran’dan öğrendiğimize göre Carl Ebert [3] Hasanoğlan Köy Enstitüsüne ziyarete gelir. Konuşmasını yapar. Sonra öğrenciler Sabahattin Ali’yi de ısrarla dinlemek ister. Sabahattin Ali onlara “Rüzgâr” şiirini ve başka bazı şiirlerini okur.

Öğrencilerden birisi bir şiirinde geçen “Zaman zaman mağlup olsam bile betime/ İnsan olmak dokunuyor haysiyetime” dizelerini anımsatarak “Hocam insan olmak haysiyetinize dokunuyor mu?” deyince, o hemen:

“Bakın bir açıklama yapma gereği duyuyorum burada. Ellerinizle yükselttiğiniz yapıları, diktiğiniz ağaçları gördük yetiştirdiğiniz bağı, açık hava tiyatronuzu, çalışmalarınızı gördük. Bambaşka bir hava esiyor Hasanoğlan’da. Kişi kendini, dünyasını yeniliyor, mutluluk duyuyor…O dizeyi şöyle düzeltmek istiyorum sizin önünüzde ‘Gayrı insan olmak dokunmuyor haysiyetime.’”

Bir alkıştır kopuyor. Gençler Sabahattin Ali’yi çok seviyor ve bu da fincancı katırlarını ürkütüyor: “Nitekim CHP ve Demokrat parti dönemlerinde bakanlık müfettişleri bu şiiri okutmaktan bizleri defalarca sorguya çekmişlerdir.”[4]

Kuyucaklı Yusuf romanı 14 Haziran 1937’de toplatılarak roman, aile hayatı ve askerlik aleyhinde olduğu gerekçesiyle mahkemeye verilir. Mahkeme bilirkişi oluşturur. Bilirkişi heyetinde ünlü romancı Reşat Nuri Güntekin de vardır. Güntekin şöyle der:

“Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikayecilerinin en kuvvetlisidir. Ve Kuyucaklı Yusuf romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir sanat eseridir”[5]

Sabahattin Ali’nin dayısının oğlu olan M.Reşit Ertüzün’ün Sabahattin Olayının Gerçeği kitabının önsözünde İlhami Sosyal şöyle bir anısını nakleder:

“Ataç bir gün sınıfta, öğrencilerine ders kitapları dışında neler okuduklarını sormuş ve tümüne yakınından ‘Pol ve Virjini’ yanıtını alıp pek çok öfkelenmişti. Bir tek ben, nasılsa elime geçirdiğim Ignazio Silone’nin Fontamara romanını okuduğumu söylemiş de Hoca’nın öfkesini yatıştırmış, ‘Sen onu çevireni tanıyor musun?’ sorusuyla karşılaşıştım.

Evet biliyordum, Sabahattin Ali idi…Günün politik ortamı, bir lise öğrencisinin öyle şeyler okuduğunu söylemesine uygun değildi. Ataç’a bunu dersten sonra söyledim, güldü, ‘iyi’ dedi, ‘akşam birlikte çıkalım, seni bir kitapçıya götüreceğim’.

Sonra da, raflardan arayıp bulduğu, Akba yayınevinin çıkardığı Değirmen, Kağnı, Ses adlı üç hikaye kitabıyla Kuyucaklı Yusuf adlı romanını alıp bana hediye etti, ‘al bak bunları oku, bunlar Pol ve Virjini’ye benzemez, doğru dürüst şeylerdir’” [6]

Benzer bir anıyı Sabahattin Ali’nin kız kardeşi Süheyla Conkman’dan aktaralım:

“Sık sık Nurullah Ataç da gelir, annemin yaptığı ev eriştesini pek severdi. Bir gün Nurullah Bey anneme “Oğlunuzda namütenahi bir zeka var, bunu biliyor musunuz?” demiş, annem de teşekkür etmişti.” [7]

Nihal Atsız Orhun Dergisinde Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye açık mektup yazısında, komünistlerin devlet dairelerine kadar sızdığını söylüyordu. Bu komünistlerden birisi Sabahattin Ali’ydi ve Hasan Âli Yücel tarafından korunuyordu. Sabahattin Ali ırkçıların boy hedefi haline gelmişti. Yani bütün “kişisel zaafları”na rağmen sol’un sembolü haline gelmişti. Marksizm’i bilip bilmediği, komünist olur olmadığı bir tarafa[8], sola vurmak isteyen ona vuruyordu, vurmak zorunda kalıyordu:

“Bir çeşit semboldü, Sabahattin’e vurmak sola vurmak anlamına geliyordu.” [9]

Peki neydi şu ünlü “kişisel zaaflar”? Öncelikle sormak gerekiyor, zaafsız insan olur mu? Durmaksızın, en ufak bir boşluk bulduğunda, otobüste, yürürken, sıkıldığı bir dost sohbetinde elinden kitabı düşürmemek mi? Marksist klasiklerin ülkemize sayıyla girebildiği bir dönemde birkaç dil bilen bir insan olarak durmaksızın anlatmak mı?

“Kapısı, dostlarına vakitli vakitsiz daima açık olduğu için, bir çok kişiyi de orda tanımışımdır. Evli arkadaşları dışında, talebeleri de ziyarete gelirdi. Onun evindeki gibi, bu aile, arkadaş ve talebeleriyle sürdürdüğü, esprili, bilgili, son derece açık ve samimi sohbetlere ömrümce hiçbir yerde ras(t)lamadım. Bir oda dolusu insan içinde hep o konuşur, yaşlı, genç hep kendini dinletirdi. Hayranlık ve saygı topladığını sezerdim orada bulunan insanların yüzünden…Dostlarıyla sohbet sırasında kalkar, kitaplıktan bir kitap alır, konuşulan konuları daha da aydınlatmak için bölümler okurdu.” [10]

Hapishanede hücre cezası aldığında, kitap okuması da yasaklanmıştı, pencereye yapıştırılmış ufacık bir gazeteyi camdan söküp eline alarak bir tersten bir düzden durmaksızın okuması mı? Yoksa hayat dolu olması mı?

“Bir gün yağmur yağdı, ardından güneş açtı, tam tepemizde ışıl ışıl bir ebemkuşağı belirdi. S.Ali gayet sağlıklı, hayat dolu, kilosundan umulmayacak kadar çevik bir adamdı: ‘Koşsam altından geçebilir miyim acaba?’ diye bir koşu tutturdu. Ben: ‘Ebem kuşağının altından geçen cinsiyet değiştirirmiş,’ dedim, hemen durdu; ‘Kadın olmak çok mu kötü?’ diye sordum: ‘Kötü olduğundan değil, otuz yedi yaşıma geldim, kadın olsam bundan sonra beni kim alır?’diye şaka ile yanıtladı.” [11]


Temel bazı yanılgılara dair düzeltme

Hıfzı topuz yakın bir zamanda “Sabahattin Ali’nin romanı” ismiyle bir kitap yayımladı. Yayımlanan kitap polemiklere yol açtı. Kitapta bulunan bazı maddi hatalar dışında temel önermelerinde de yanlışlıklar olduğunu belirtelim. Bu başka bir yazının konusu olsun. Ancak Emin Karaca bu hataları gidereceğim derken kanımca başka bazı hatalara doğru yol alıyor. Söz konusu olan şey, başka yazarlarca da konu edinmişti, ama üstünkörü.

Sabahattin Ali özellikle bazı “aydınlar” tarafından “aydınların günah keçisi” durumuna çevrilmiş durumda. O ve ona dayanan tezlerin sahiplerinin odaklandıkları birkaç konu var. Sabahattin Ali’nin Almanya serüveni ve Mustafa Kemal’e yazdığı şiir.

Konya meselesini ele alarak başlayalım bu bölüme: Sabahattin Ali Konya’da öğretmenlik yaparken Gazi’ye hakaret eden bir şiiri “dost meclisinde” birden çok kez okuduğu gerekçesiyle tutuklanıyor. 12 ay hüküm giyiyor. Kararı temyiz ediyor, ceza 14 aya çıkarılıyor. Peki bu olayın aslı nedir? Sabahattin Ali “Samet Ağaoğlu”na göre gençliğin verdiği heyecanının bir kurbanı mıdır? Samet Ağaoğlu, Sabahattin Ali’nin ağzından şöyle aktarıyor:

“Bir hiç yüzünden, yarı bir iftira yüzünden bir heyecanlı şiir yüzünden hayatımın en genç iki senesini zindanlarda geçirmeye mahkum eden bir zihniyette…”[12]

Baştan belirtelim, virgül eksikleri yazarın kendisine aittir. Bir başka değişle “virgül eklemeden” aktardım. Burada hemen ilgimizi “yarı bir iftira” üzerine toplayalım ve konumuza devam edelim. Okunduğu iddia edilen Memleketten Haber şiiri şöyle:

“Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hâlâ hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi belî der Enelhak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
Koca teres kafayı bir çekince
....................
İskendere bile dudak bükünce
Hicabından yerler yarılmış mıdır?”


Konya’da “Yeni Anadolu” adında bir gazete çıkmaktadır. Gazetenin sahibi Cemal Bey’dir. Kuyucaklı Yusuf romanı bu gazetede tefrika edilmeye başlanmıştır. Sabahattin Ali bu gazetenin aynı zamanda başyazarlığını da yapmaktadır. Mehmet Emin Soysal da “Terbiye Postası” isimli bir gazete çıkarmaktadır. Cemal Bey, Remzi Bey ve Eyüp Hamdi Bey, gazeteleri aracılığıyla Mehmet Emin Sosyal’la dosttur. İki gazete de Cemal Beyin matbaasında basılmaktadır ve “Terbiye Postası” gazetesinin sahibi Soysal İle “Yeni Anadolu” gazetesinin sahibi Cemal aynı zamanda ortaktır:

“Ben, bu adamların ahbabı ve dostuyum. Benim hakkımda güzel güzel yazılar yazıyorlar ve gazetelerinin en ehemmiyetli yerlerini bana veriyorlar”[13]

Peki ne oluyor da bu ahbaplık bozuluyor?

“Bir gün fikirlerine uymadığım için ve maddi menfaat temin edemedikleri için bunlardan ayrılıyorum”

Sabahattin Ali burada iki şey öne sürüyor; fikir olarak uyuşamamak ve maddi menfaat temin edememeleri.

“Cemal Bey, gazetesinde… parasız çalışmak istemediğim için bana muğber idi.”

Sonradan Reşat Nuri’nin “Ve Kuyucaklı Yusuf romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir sanat eseridir” dediği eserini ve siyasi başyazılarını ücretsiz yayımlamak istemediği için gazete patronuyla ihtilafa düşüyor.

Peki fikri anlaşamazlık nedir?

“Cemal Bey, gazetesinde maarif müfettiş-i umumisi Ali Rıza Bey aleyhinde yazdığı bir yazıyı Muallimler Birliği’nde alenen terbiyeye gayr-i muvafık kelimesiyle tavsif ettiğim ve yazının tekzibine karar verilmesine sebep olduğum (için c.f)…”

Peki Sabahattin Ali neden Cemal Bey’in Ali Rıza Bey hakkındaki yazısına hücum ediyor ve yazının tekzip edilmesini sağlıyor?

Çünkü, Mehmet Emin Soysal ve Cemal Bey “Muallimler Sandığı” adı altında bir girişimde bulunuyorlar. Bu girişimden amaçlarınınsa kendilerine çıkar sağlamak olduğu su götürmüyor. Öncelikle toplantıya bütün “muallimler” davet edilmiyor. Yalnızca Maarif Müdürü’ne bağlı, merkez ilin tedrisat müfettişliğinin kontrolü altında bulunan “muallimler” davet ediliyor. Alınan kararınsa Konya’da bulunan bütün “muallimleri” bağlıyor. Sonra “Muallimler Sandığı” ismi Türkiye’deki bütün “muallimler”i kapsıyor. Ve Sabahattin Ali soruyor: “Bütün muallimler adına sandık kurma hakkını nerden aldınız”. Sabahattin Ali’nin verdiği takrir üzerine Sandığın adı “Konya Muallimleri Tasarruf Sandığı” olarak değiştiriliyor. Bu yapılan hatanın kabulü anlamına geliyor. Ancak hata burada kalmıyor:

“Çünkü bütün Konya Muallimlerine sormadan onların ismini istimal etmek Muallimler Birliği ismini kullanmaktan farklı değildir”

Bahsi geçen “Tasarruf Sandığı” şimdilerde hemen her kurumda sıkça uygulanan “Döner Sermaye”ye karşılık geliyor. Cemal Bey ve Mehmet Emin Soysal’ın rant elde etmek için yaptıkları girişim, Sabahattin Ali’nin müdahalesiyle kursaklarında kalıyor. Sonra :

“Remzi ve Cemal Bey isminde iki zatın çıkardığı bir gazetede çalışıyor, bunların gazetelerine başmakaleler, romanlar yazıyordum. Fikir ihtilafı ve mali hususat dolayısıyla aramız açıldı. Gazeteleri ile alakamı kestim ve 26 tefrika kadar intişar eden Kuyucaklı Yusuf isminde bir romanı yarım bıraktım. Böylece karilerine karşı mahcup olan mahut gazetecilerin bana ne derece kızacakları aşikardır.”

Hem çok sevilen yazıları ve romanıyla birlikte gazeteden çekiliyor hem de tekerlerine çomak sokuyor.

Remzi Bey kendi gazetesinin 21 Temmuz tarihli sayısında, yere göye sığdıramadığı Sabahattin Ali ve Memleketten Haberler şiiri hakkında, Cemal Bey’le birlikte Şiirin yayımlanmasının üstünden tam yedi ay geçtikten sonra "Gazi"ye hakaret gerekçesiyle dava açıyor:

“Remzi Bey’in ‘Bu yazı, başka şiir içindi’ tarzındaki tavili çok gülünçtür. Benim, bütün şiirlerime aynı ser-levhayı koymayacağım ve Remzi Bey’in, böyle karışık ser-levhalı bir şiiri methetmeyeceği açıktır.”

Şiir aslı itibarıyla Vahdetinden bahsetmekte ancak onun döneminden bu yana halkın acılarının dindirilmediği anlatılmaktadır. Şiirin hiçbir yerinde Mustafa Kemal’le ilgili bir dize de yoktur. Şiir Sabahattin Ali’nin anlatımına göre Konya’daki bir Bektaşi tarikatından öğrendiği bir şiirin güne uyarlanmasından başka bir şey değildir. Ancak itham ağırdır. Ve dava giderek siyasal bir zemin kazanır. Sabahattin Ali daha önce Aydın’da komünist propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanmış ancak dava sonunda aklanmıştır. Bu süre içerisinde Resimli Ay’da yazıları yayımlanmış ve sol’da görünmeye başlanmıştır. Atılan iftirayla birlikte Sabahattin Ali’nin geçmişi birleşmeye başlayınca, adalet mekanizması da çarklarını geriye doğru döndürmeye başlar.

Aslına bakılırsa mahkumiyet kararı vermek için yeterli delil yoktur. Bir kez şiir yayımlanalı 7 ay olmuştur. Sonra davacılarla davalı arasındaki husumet de belgelerle sabittir. Hakimin sorması gerekir “Aklınız 7 aydır nerdeydi? Kendi kişisel husumetlerinize Gazi’yi karıştırmaya utanmıyor musunuz?”

Ancak tabii ki böyle olmaz. Sabahattin Ali’nin gösterdiği şahitlerin dinlenmesine gerek olmadığı hükmü verilir. Başlı başına bir hukuk komedisi olarak, dava, bir süre sonra gizli celsede görülmeye başlar. Ve Sabahattin Ali sorar:

“Şu hususu da ilaveden men-i nefs edemeyeceğim. Geçen muhakemem hafi olmuştur. Halbuki meselede kanunun tarif ettiği bir sebep mevcut olmadığı için muhakemenin gizli olmasına imkan yoktur. Mektep talebelerinin ve efkar-ı umumiye namına gelenlerin çokluğu bir sebep ise bunu kanun namın imkan yoktur.”

Sabahattin Ali’nin duruşmasına halkın ve öğrencilerinin büyük ilgi göstermesi üzerine mahkemenin gizli yapılmasına karar veriliyor ve bu kadarla da kalmıyor:

“Fakat bu kadarla da kalmadı, mahkum olduğum halde hala etrafımla temasıma müsaade edilmiyor. Hapishanede bile benim yakamı bırakmadıktan sonra insanın nikbin olabilmesine imkan yoktur.”

Dava neticesinde 12 aya mahkum oluyor. Birkaç kez temyize başvuruyor. 12 ay kesilen ceza 14 aya çıkarılıyor. Çünkü Sabahattin Ali hakimlere, gelecek kuşaklar karşısında Türk Hakimlerinin utanacakları bir kararın altına imza attıklarını hatırlatıyor ve ekliyor

“…mahkemenizden ne merhamet, ne müsamaha istiyorum. İstediğim şey adalet, vermekle mükellef olduğunuz adalettir.”

Sonuç olarak bu bahiste, Sabahattin Ali “muallimleri” sömürerek zenginleşmek isteyenlerin tekerine çomak soktuğu ve kendisini sömürtmemek için gazeteden ayrılarak husumetlerine nail olduğu için “iftiraya” uğruyor. Gençliğin verdiği heyecana kapılarak "Gazi"ye hakaret eden bir şiir yazdığı için değil. Ve 14 ay hüküm giyiyor. Mahkumiyetinin 12.ayında genel aftan yararlanarak özgürlüğüne yeniden kavuşuyor.

Kavuşuyor ama artık işi elinden alınmış ve beş parasızdır. Ankara’ya gidiyor. Memurluğu yarıda kaldığı için devlet tarafından bir işe yerleştirilmesinin kanunen zorunlu olduğunu söylüyor. Haklı olduğu söyleniyor yüzüne karşı ama “elden bir şey gelmiyor”. “Gazi”nin buyruğu lazım geliyor. Sabahattin Ali, 15 Ocak 1934 tarihli Varlık’ta (13. Sayı) "Benim Aşkım" başlıklı “Gazi”yi metheden bir şiir yayımlıyor ve işe kavuşma imkanına kavuşuyor. Şiir şöyle:

“Sensin kalbim değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensin "Ülkü" adıyla beynimde dimdik duran
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran
Seni çıkartsam ömrüm başlamadan bitiyor
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir düziye
Hisler kambur oluyor dökülüyor yazıya
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.”


Bu şiir hakkında Dayı oğlu Sabahattin’e pek de dostça yaklaşmayan Reşit.M. Ertüzün’ün yorumunu okuyalım:

“Sabahattin’in Atatürk’ü övdüğü o kasidemsi şiiri aşka gelip de içten duygularla yazmadığı bellidir.” [14]

Şiirin zorlama bir biçimde yazıldığı ilk okuyuşta hemen anlaşılıyor. Ama Sabahattin Ali, Kurtuluş savaşının önderi olarak gördüğü Mustafa Kemal’e her zaman belli bir saygı çerçevesi içinde yaklaşmıştır. Ve hatta İsmet İnönü’ye de.

Nazım Hikmet kurtuluş savaşını anlattığı destanında Mustafa Kemal’e gereken yeri vermiştir. Hatta, Donanma davası ile bir iftira sonucu mahkum edildiğinde “Askeri isyana ben teşvik etmedim/Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam yurdunu seven bir yüreğim var ”[15] diyen bir şiirsel mektup yazarak Mustafa Kemal’e yollamıştır. Aynı kuşaktan Hasan İzzettin Dinamo Kutsal İsyan’ı yazmış ve Türk Kelebeği isimli bir romanında da Mustafa Kemal’i anlatmıştır. O zamanın solcusunun gözünde “Gazi” bütün kötülüklerden uzak, sığınılacak bir liman gibi gözükmekteydi. Şimdi sormak gerekiyor Emin Karaca’ya:

“Sabahattin Ali adınızla ve kimliğinizle: “Cümlesi beli evet der enelhak dese/ Hala taparlar mı koca terese?/ İsmet girmedi mi hala kodese?/ Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?” taşlamasını yazacaksınız, bu yüzden 1 yıl hapis cezasına çarptırılacaksınız.

Yatıp çıktıktan sonra devletten iş (öğretmenlik) isteyeceksiniz. Milli Eğitim Bakanı, o zaman Mustafa Kemal Paşa’ya (Gazi) bağlılığınızı ispatlayın diyecek ve aynı Sabahattin Ali adınız ve kimliğinizle “Benim Aşkım” adlı şiirinizi yazıp, son iki mısraında : “Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye/Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor” diyeceksiniz. Ama “Asla başı öne eğilmedi Sabahattin Ali’nin” şeklinde başlayan arka kapak yazılarıyla “Başın Öne Eğilmesin” adlı romanlar sunulacak arkanızdan…” [16]

Bu yazdıklarınız en hafif deyişle insafsızlık olmuyor mu?


Almanya Meselesi

Sabahattin Ali öğrenim görmek üzere gittiği Almanya’dan eğitimini tamamlayamadan dönmek zorunda kalır. Kimine göre “Türklüğe hakaret eden” bir Almana iki tokat aşk ettiği için yani milliyetçilikten, kimine göreyse komünist propaganda yaptığı için.

İlk tezi savunanlar şöyle yorumluyor: Bir Alman ‘Bu parazit Türkler bizim paramızla burada okuyor’ diyor Sabahattin Ali de adamın yakasına yapışıp, iki tokat attıktan sonra ‘Sözünü geri al biz parazit değiliz, kendi hükümetimizin yolladığı parayla okuyoruz’ diyor.

Şimdi Allah aşkına söyleyin burada milliyetçi kim oluyor? Ülkesinde öğrenim gören yabancı bir öğrenciye “parazit” diyen Hitler kırığı Alman mı? Biz kendi hükümetimizin parasıyla okuyoruz diyerek doğruyu söyleyen Sabahattin Ali mi?

Sabahattin Ali’nin solla tanışması Almanya serüveniyle başlıyor:

“Kendisi solla, solculukla ilişkisi olmayan hatta Türkçü-turancı bir kişi olarak, Almanya’ya tahsile giderken yolda Almanca bir roman gördüğünü ve bu romanı yolda, yani trende okuduğunu anlatmıştı. Bu roman bitince, ‘bu romanda olanların onda biri doğruysa, insan, namuslu bir insan, mutlaka solcu olmalıdır’ kararına varmış. Bu roman Upton Sinclair’in ‘Oil’ adlı kitabıdır. Türkçesi petrol olarak çevrilmiştir… Giderayak Türkiye’nin Alman dilinde yazılmış en geniş Marksist-Leninist kütüphanesine sahip olduğunu da söylemişti”[17]

Sabahattin Ali’nin Almanya gitmeden önce solla alakası hemen hiç yoktur ya da zayıftır. Arkadaş grubu içerisinde Nihal Atsız ve çevresi vardır. Almanya macerası Sabahattin Ali’nin solculaşma süreci olmuştur:

“Hayatımdan günler, haftalar ve aylar geçmeye başladı. Sabahattin Almanya’dan dönerken oldukça yüklü kitapla dönmüştü. İki oda olan evimizde, çatının bittiği yerde içinde ayakta durulmayan odamsı bir yer vardı. Kitapları, mecmuaları ve Almanya’dan getirdiği birtakım resimleri oraya yerleştirdi. O Almanya’da iken daha Hitler işbaşına gelmemişti. Sanırım solculuk hareketli idi. Almanya’da bir Alman Türklüğe hakaret etmiş, Sabahattin bunu hazmedememiş, orada huzursuz olmuştu. Bu huzursuzluk içinde Lenin’in “Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm”, Marx’ın, Engels’in, Kautsky’nin, Bernstein’in eserlerini ve diğer solcu bir çok eseri almış okumuş, vatanının sola kayarsa ona göre daha dengeli bir memleket olacağına inanmıştı. Vakit vakit odaya girer kitapları karıştırır, her zaman çok kitap okurdu. Tuvalette, otobüste, parkta, konuşmadığı her yerde.”[18]

Aslında biraz okunsa bu meselenin aslını Sabahattin Ali kendisi anlatmıştır. Hasan İzzettin Dinamo’nun kaçaklık yıllarında karşılaştığı Sabahattin Ali bu konuyu bir çok ayrıntısıyla birlikte Dinamo’ya aktarmıştır:

“Ben Almanya’ya gittiğimde bütün üniversitelerde faşizm kımıldaması başlamıştı. Bütün Alman delikanlılarının alınlarında kendilerinin Töton kanından geldiklerini gösteren anlamsal yazılar görür gibi oluyordum. Niebelungen şarkıları elden ve dilden düşmüyordu. Benim Türk olduğumu bildikleri halde Niebelungen destanını oku Ali, onu okumadıkça dünyanın kaç bucak olduğunu anlayamazsın, diyorlardı. Ben de bu bağnaz destanı okur gibi yaparak karıştırdım. Ne var ki okumadığımı çabucak anladılar ve bana gözdağı vermeye başladılar. Okula getirdiğim antifaşist birkaç kitabım yitti. İlkin bir tesadüf sandım. Sonra sınıftaki bağnaz Nazi delikanlılarının işi olduğunu anladım. Ne okuduğunu iyice kontrol altına almışlardı. Heine’nin şiirleri, Goethe’nin Faust’u da yitti. Artık evinden dışarı kitap çıkaramıyordum. Schalom Asok’ın Sintflut adlı ünlü romanını okumayacaksın, yoksa, sen de gizli Yahudilerden misin diyorlardı.”[19]

Öncelikle Almanya’nın politik atmosferini anlatıyor ve başından geçenleri şöyle tamamlıyor:

“Dinamo, Almanya’daki komünist ya da sosyal demokrat arkadaşlarımı düşünüyorum. Bunlar, Spartakistler’in en son kuşaklarıydı. Faşizmle korkunç bir biçimde boğuşuyorlardı. Her gün içlerinden bir ikisi yitiyordu. Okulumuzun içinde Hitlerciler yuvalanmıştı. Bütün üniversitelerde ve yüksek okullarda bu can alıcı örgütler kurulmuştu, öğrencileri türlü usullerle kışkırtıyorlar, komünist, sosyal demokrat ya da herhangi bir biçimde Naziliğe karşı olanları açığa çıkarıyor, sonra fena halde dövüyor, aşağılıyor, paçavra haline getiriyor, böylece ya okuldan kaçırıyor ya da bir kuytulukta öldürüyorlardı. Bu Nazi yandaşlarının en çok diş bildikleri kişi ben olmuştum. Şundan ki, aşağılanan öğrenciler zamanla hep benim çevremde toplanmışlardı. Türk oluşum, düşmanlarımı durduruyordu. Eğer Hitler’in orduları Türkiye’ye girseydi o zaman benim başım da belaya girebilirdi. Şimdi eski müttefik bir memleketin gençlerinden olmam bana biraz olsun dokunulmazlık veriyordu. Çevreme sığınan sosyal demokratlar da zamanla azaldı, hele Yahudiler hiç kalmadı. O zaman, tehlikenin benim başımda döndüğünü anladım. Bir gün hasımlarımdan habersiz trene atladığım gibi Türkiye’nin yolunu tuttum, yoksa biraz daha gecikseydim Spartakist olarak ben de yaşamımı yitirebilirdim.” [20]

Yani faşistlerle “işbirliği” yapmadığı, Anti-faşist bir tutum sergilediği için Hitlercileri rahatsız ediyor. Ve ölüm tehlikesini sezinlediği için Almanya’dan kaçıyor.

Nerde milliyetçilik?


Öldürülüşü

Reşit Ertüzün adı geçen kitabında Sabahattin Ali’yi tanımakta güçlük çektiğini belirtiyor. Eski “Sanatçı” Sabahattin gitmiş yerine eylemci Sabahattin gelmiştir. Çünkü:

“Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.” [21]

Sabahattin Ali Markopaşa[22] isimli bir mizah gazetesi aracılığı ile siyasal mücadelesine keskin bir şekilde yön verir. Gazetenin baş yazılarını Sabahattin Ali yazar, diğer yazıların çoğunluğu Aziz Nesin’indir. Gazetenin başlıca özellikleri “Siyasal iktidar sahiplerini gülünçleştirerek hicvetmek, Tek Parti baskısına karşı mücadele etmek, Yolsuzlukları ortaya koymak, Halkın vicdanını seslendirmek” olarak nitelenebilir. Ancak en önemli özelliği değildir. En önemli özelliği Anti-Emperyalist olmaktır. Kurtuluş savaşı ve sonrasında emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin kopartılması süreci artık geriye işletilmektedir. Yani bağımlılık ilişkileri yeniden kurulmaktadır. Truman Doktrini’yle yeniden borçlanma başlamıştır ve yabancı sermaye ülkeye davet edilmiştir. Bu süreçte Markopaşa’nın baş yazıları bu süreci gözler önüne sermekte ve halkı anti-emperyalist siyasetle buluşturmaktadır.

Bir provakasyonla devletin güdümüne geçirilen Markopaşa, Aziz Nesin’in mizah yazılarıyla (bürodan derginin imtiyazı ile birlikte yazı arşivi de çalınmıştır) yalnızca baş yazılarına anti-komünist bir içerik verilerek çıkarılabilmiştir. Birkaç sayı sonra da dergi ilgisizlikten ötürü kapatılmıştır. Bu da Markopaşa’yı Markopaşa yapanın Sabahattin Ali’nin baş yazıları olduğunu kanıtlar. Yani anti-emperyalizmin.

Markopaşa süreciyle birçok kez tutuklanan Sabahattin Ali, sürekli polis takibinden bunalmıştır. Yurt dışına çıkmaya karar verir. O dönemde Pertev Nail Boratav, Niyazi Berkes, Muvaffak Şeref, Serteller, sonrasında Nazım Hikmet yurtdışına çıkmak zorunda kalmıştır. Sabahattin Ali’nin yurtdışına çıkmak istemesi de akla yatkındır.

Peki hükümet neden Sabahattin Ali’den bu kadar ürkmüştür. Bu öyle bir ürküntüdür ki Meclis, Markopaşa’nın yayınını kapatma kararı almış, “kökü dışarı”dalıkla suçlamış, “Sırça Köşk” kitabını toplatma gereğini duymuştur:

“Evvela ben çok okunan bir muharrim: Baskı sayısı 60 bine varan eserlerimi okuyan en aşağı yarım (milyon) kişilik bir kitleye…” [23]

Cevabı bu kadar basittir. Ölümüne gelince:

“Gece geç vakit, Cevat Dursunoğlu’nun Tandoğan alanı civarındaki evinden Cemil Sait Barlas’la birlikte çıkmış, soğuk ama pırıl pırıl yıldızlı bir Ankara ayazında yürüyerek Kızılay’a doğru gidiyorduk. Barlas, Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yıllarda bakanlık yapmıştı. Sabahattin Ali, bir yazısında Bakan Barlas’a hakaret ettiği için hapse mahkum olmuş ve üç ay hapis yatmıştı. Bunları bildiğim için, Cemil Sait Beye sormuştum:

-Bu kaçış ve öldürülüş hikayesine ne diyorsunuz?

Hiç unutmam, Maltepe’yi geçmiş, tam Bomonti Havagazı fırınlarının önlerine gelmiştik. Barlas birden durdu, kolumu tuttu ve şöyle dedi:

-Hiç sorma bu hikayeyi…Şöyle ya da böyle bizim hepimizin elinde kanı vardır, bulaşmıştır bu cinayet hikayesine…Üstüne gitmemiz lazımdı, gidemedik, hata ettik…

Cemil Sait Barlas bunları öylesine söylemişti ki konunu üstüne bir daha dönemedim. Hep kafamı kurcalamıştır. Barlas, 1948-49-50 yıllarında Hasan Saka Hükümeti’nde Ticaret ve daha sonraki Şemseddin Günaltay Hükümeti’nde de Devlet bakanıydı. Hükümet olarak bir bildikleri mi vardı, yoksa eski Devlet Bakanı Barlas, özel olarak bu konuda bilgi sahibi mi idi? Bunu öğrenemedim. Ama bildiğim, gördüğüm tek şey, bir aydın olarak Barlas’ın Sabahattin Ali’nin ölümünden dolayı büyük bir üzüntü duyduğuydu. Bunu açıkça söylerdi:

-Türkiye’nin en büyük yazarlarından biriydi, ölümünden biz sorumluyuz.” [24]

Meclis Kürsüsünden, Markopaşa şahsında Sabahattin Ali’yi “Kökü dışarıda”lıkla suçlayan eski mebus Barlas daha açık nasıl anlatsın?

Aziz Nesin de bu gerçeğe yaklaşmamızda bize şöyle yardım ediyor:

“İki kişi, birbirinden habersiz olarak, aşağı yukarı on altı yıl arayla bana Sabahattin Ali’nin ölümünden sorumlu olanın adını vermişlerdi. Bu kişi, sonradan Başbakanlık da yapmış olan, cinayet sırasındaki bir bakandı. Bana duygu tanığı olarak olayı ilk anlatan Çetin Altan’dır. Çetin Altan’a bu olayı niçin yazmadığını sorduğumda, o bakanın kendisine iyilik etmiş olduğunu söylemişti. Aynı adam, 12 Mart’ta Çetin Altan’a kötülük de etti. Ve çetin’in bu olayı bana anlatmasından on altı yıl sonra, başka tanıklarla aynı olayı bana Faruk Erem anlattı. Gerek Çetin Atlan’ın, gerek Faruk Erem’in yapacağı açıklamalar, gizi yıllardır süren bu cinayeti oldukça aydınlatacaktır. Kaldı ki, onların bana anlattığı, benim Sabahattin Ali’yi devletin öldürmediği düşünceme de uymuyor.”[25]

Sabahattin Ali’nin öldürülüşünde “kişisel zaafları” ancak bir yan etken olmuştur. Kimse artık çıkıp Sabahattin Ali kişisel kusurlarının sonucunda öldürüldü demesin. Sabahattin Ali, Markopaşa muhalefetiyle çok etkili bir hale gelmişti. Anti-emperyalist siyasetin geniş kitlelerce nasıl karşılık gördüğünü, egemenlerin gözünde bir korku merhalesine çevirmişti. Egemenler tek parti iktidarına yönelen öfkenin Demokrat partiye akmasına dünden razıydı. Ama Markopaşa aracılığıyla Sabahattin Ali bir üçüncü yolu işaret ediyordu. Susturulmalıydı:

“Bir akşam bize, rahat durması şartıyla İnönü’nün kendisine milletvekilliği önerdiğini ve bunu reddettiğini anlatmıştı”[26]

Vali Tandoğan sorguda olan Sabahattin Ali’yi gazetesinde D.P.’yi yermesini salıklayarak salıvermişti.[27] Yapmadı. Markopaşa’nın hicvinden D.P’de yakasını kurtaramadı. Markopaşa ve Sabahattin Ali yalnızca halkının yanındaydı.

Sonra, Türkiye edebiyatının en büyük romancılarından biri, halen gizini koruyan bir biçimde öldürüldü. Bu konuda da en önemli ipucunu bize Sabahattin Ali bıraktı, hem de daha yaşarken:

“Herif, bütün ünlü edebiyatçıları, düşün adamlarını, şairleri, romancıları yakalayınca bir gece henüz istila edilmemiş bir ülkenin sınırına götürüyor ve orda ya sırtına ya kafasına bir ya da bir kaç kurşun atarak onu orada bırakıyor. Sonra, ölü orda başkalarınca bulunuyor ve gazetelere haber olarak ‘filan, falan şair ya da düşünür kaçarken sınırda görülerek vurulmuştur.’[28]

Türkiye’nin yazarları, aydınları olarak gerçeği er geç ortaya çıkaracağız. Şimdilik “Ali Ertekin” isimli soytarıyı, katil olarak önümüze atanlara yutmadığımızı göstermekle yetinelim. Sabahattin Ali’nin ölümüne dair ipuçlarını birleştirmek başka bir yazının konusu olsun. Yazımızı Sabahattin Ali’nin kız kardeşinin başka kimseden duymadığı, Sabahattin Ali’nin ağzından düşürmediği bir türküyle noktalayalım:

“Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak!”



[1]SABAHATTİN ALİ’NİN ROMANLARINDA HÜMANİZM, Leyla Alkayeva, sovyet türkologlarının türk edebiyatı incelemeleri içinde syf 81. Cem Yayınevi 1980.
[2] SABAHATTİN ALİ OLAYI, kemal bayram çukurkavaklı, YENİGÜN YAYINLARI, EYLÜL 1978
[3] Alman faşizminden kaçan bilim adamlarından. Türkiye’de Devlet Tiyatroları’nın kurucusu. Sabahattin Ali ve “Demir Ökçe ile Altın Zincir’in topraklarımızdaki ilk çevirmeni Emin Türk Eliçin Baş dramaturglarıydı.
[4] SABAHATTİN ALİ OLAYI içinde, BEKİR SEMERCİ, SYF 184
[5] Sabahattin Ali, Mahkemelerde, YKY Nisan 2004
[6] Reşit M. Ertüzün Sabahattin Ali Olayının Gerçeği, Gür Yayınları 1985
[7] Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, De yayınevi Mart 1986
[8] “Sabahattin, Türkiye’de Marksizm-leninizmi en derin köklerine kadar ve en iyi bilen insanlardan biriydi” Rasih Nuri İleri, Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı kitabı içinde.
[9] Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı içinde Muvaffak Şeref, de yayınevi, mart 1986
[10]Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı içinde, Süheyla Conkman
[11] Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı içinde, Mediha Esenel
[12] İLK KÖŞE, Samet Ağaoğlu, Ağaoğlu Yayınevi tesisleri, Ekim 1978
[13] Sabahattin Ali, Mahkemelerde, YKY Nisan 2004. Bundan sonraki alıntılar yeniden belirtilene kadar bu kaynaktan alınmıştır.
[14] Reşit M. Ertüzün, Sabahattin Ali Olayının Gerçeği
[15] Bakınız, Emin Karaca’nın “Sevdalınız Komünisttir” kitabı. Gendaş Kültür Aralık 2001.
[16]
www.kenthaber.com
[17] Rasih Nuri İleri, Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı Kitabının içinde
[18] Aliye Ali, Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı kitabının içinde
[19] Kırklı Yıllar-2 1944 TKP DAVASI, Derleyen: Rasih Nuri İleri, içinde TKP Aydınlar ve Anılar, H.İ.Dinamo. TÜSTAV Yayınları Mayıs 2003
[20] Aynı.
[21] Sabahattin Ali, Mahkemelerde, YKY Nisan 2004
[22] Bu mizah Gazetesi için bakınız: 1-Mehmet Ergün, Sahte Marko Paşa-Bir Provakasyonun öyküsü, Papirüs Yayınları 2003, 2-Levent Cantek, Markopaşa- Bir Mizah ve Muhalefet Efsanesi, İletişim Yayınları2001, 3-Mehmet Saydur, Marko Paşa Gerçeği, Çınar Yayınları 2001
[23] Sabahattin Ali, Mahkemelerde, YKY Nisan 2004
[24] Reşit M. Ertüzün içinde, aktaran İlhami Soysal
[25] Aziz Nesin, Dünyanın En Borçlu İnsanı, Reşit M. Ertüzün’ün kitabının içinde
[26] Reşit M.Ertüzün.
[27] Bakınız: Kırklı Yıllar-5, “İfşa ediyorum”, Kazım Alöç, TÜSTAV Yayınları, Eylül 2006
[28] Kırklı Yıllar-2 1944 TKP DAVASI, Derleyen: Rasih Nuri İleri, içinde TKP Aydınlar ve Anılar, H.İ.Dinamo. TÜSTAV Yayınları Mayıs 2003




SoL- Haber Merkezi




Sınıf ilişkilerini parlatmak

02/02/2012

Bağlam Yayınları’nın yayımladığı, “Sınıf İlişkileri – Sureti Soldurulmuş Bir Resim mi?” adıyla raflarda yerini alan kitap, sureti soldurulamayacak sınıf kavramını, kültür sanat alanında yeniden tartışmaya açıyor.

90’lı yılların başından bugüne “sınıfların aslında var olmadığı” ya da varsa bile “iktidar karşısında ezilen birçok kimlikten biri olduğu, doğal olarak merkezi önemi olmadığı” türü iddialar söylenegelmiştir. Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat bölümü öğretim üyesi M. Nedim Süalp, Yıldız Teknik Üniversitesi doktora öğrencisi Aslı Güneş ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Z. Tül Akbal Süalp tarafından yayıma hazırlanan “Sınıf İlişkileri – Sureti Soldurulmuş Bir Resim mi?” adlı kitap, “sınıf ilişkileri” bağlamıyla düşünmenin kültürel üretimden uzaklaştığı günümüzde, düşünce dünyasında ve özellikle kültür alanında, alt başlığında yer verdiği soruya cevap arıyor.

“Toplumsal hayatın örgütlenme ve düzenlenme pratiklerinin sınıflı bir toplum yapısı içinde gerçekleştiğini söylemenin bile suç sayılabildiği yakın tarihten sınıf hareketlerine; toplumsal konumlanış dinamiklerinden sınıf mücadelelerine uzanan bir tarihin içinde sınıf ilişkilerinden söz etmenin bir süredir silikleştiğini iddia eden bir durum tespiti ile yola çıktık.”

Kitabın önsözü yukarıdaki cümleyle başlıyor. Yirmiye yakın yazarın makalelerinden ve bir röportajdan oluşan kitap, ilk makalelerde, “sınıf”ın ideoloji dünyasında, ekonomide yada toplumsal hayatta ortadan kalkmadığını kanıtlıyor. Taner Timur’un, “sınıf kavramı”nı, ilk ortaya çıkışından bugüne kadar ele aldığı yazısı, AKP Türkiye’sinde, AKP’nin sınıfsal tabanı, Türkiye’nin sınıf ilişkileri açısından durumunu analizi kitap için bir çerçeve niteliği taşıyor. İngiliz Marksist yazar David Harvey ile yapılan “sınıf, kriz ve şehir” başlıklı söyleşi; esnek üretimle güvencesiz ve geleceksiz çalışmaya mecbur bırakılan işçi sınıfı ve kent kültürü arasında gelişen ilişkiye değiniyor.

Tartışmayı bu noktadan sonra sanat ve sanat ürünleri üzerinden sürdüren kitap, özellikle Türkiye sinemasında sınıf ilişkilerinin görünümlerini analiz ediyor. Necla Algan, Türkiye sinemasında işçi sınıfının ya da işçilerin hikayelerinin konu alındığı eserlerin hayli az oluşunu belirttiği, “Sinema’da İşçi ve İşçi Görünümleri” başlıklı yazısında, “Karanlıkta Uyananlar” ve “Zengin Mutfağı” filmlerinin analizlerine yer veriyor. Kitabın sinema ile ilgili bölümü, Yılmaz Güney sineması ve Yeşilçam döneminin ele alınmasından sonra korku sinemasının sınıfsal analizinin yapıldığı, Kaya Özkaracalar’ın özgün çalışmasıyla son buluyor.

Kitap ise, Aslı Kayahan’ın “Müziğin ve Kültür’ün Sınıfsal Güzergahlarını İzlemek” başlıklı yazısı ve ardından edebiyat ve sınıf ilişkilerini irdeleyen makalelere yer verilerek son buluyor.

Akademik, sanatsal, kültürel çalışmaların, sınıf perspektifinden arındırıldığı günümüzde, akademi ve eleştiri dünyasından önemli isimlerle yapılan bu çalışmanın, sadece bu nedenle bile anlamlı bir katkı olduğu söylenebilir. Kitabın siyasi makaleleri güncel olmakla birlikte, sanat incelemelerinde geçmiş örneklere odaklanması kitabın bıraktığı bir eksik gibi duruyor. Ancak kitap, bu türden çalışmaların çoğalması, önünün açılması bakımından da önemli bir boşluğu dolduruyor.

Kültür sanat alanında bu tür çalışmalara daha fazla ihtiyaç duyulan ülkemizde, “sınıf ilişkileri sureti soldurulmuş bir resim mi?” sorusunu soran ve solmuş olan sureti yeniden parlatma gayretiyle yazılan kitap, aynı gayreti taşıyan okurun ilgisini hak ediyor.

“Dünyayı anlamlandırmanın hala en iyi yöntemi olduğuna inandığımız Marksizm’in temel kavramlarından birinin, sınıfın, sureti soldurulmuş bir resim olamayacağı iddiasıyla sınıf ilişkileri ve hareketlerini bir kez daha tartışmaya açıyor, bu alanda Türkiye’de son dönemde yeninden canlanan çalışmaların yanına ekelniyoruz.”
Arka kapak tanırım yazısından.



SINIF İLİŞKİLERİ
Sureti Soldurulmuş Bir Resim mi?


Bağlam yayınları

Aralık 2011, 436 Sayfa.


(soL - Kültür)



Bu saçmasapan bilirkişi raporlarının Türkiye'de geleneği var!

24/01/2012

AKP iktidarında hazırlanan bilirkişi raporlarının taraflılığı ve komik suçlamaları sıklıkla tartışılıyor. Bu raporların geleneği var: 47 yıl önce Babeuf’un “Devrim Yazıları” adlı kitabını Türkçe’ye çevirdiği için yargılanan Vedat Günyol ve Sabahattin Eyüboğlu davasında hazırlanan bilirkişi raporunu hatırlıyor musunuz?

Günümüzdeki siyasi davaların, çevre katliamlarının ve tarihi eserlerin yağmalanmasının bir aşamasında mutlaka neresinden tutsanız elinizde kalacak bir bilirkişi raporu yer alıyor. Türkiye’de hukukun ve bilim insanlarının bir kısmının geldiği yeri de gözler önüne seren raporlara ve hazırlanış biçimine bakılınca bundan tam 47 yıl önce Babeuf’un “Devrim Yazıları” adlı kitabını ve yazar hakkında hazırlanan bilirkişi raporu günümüz raporlarına adeta ışık tutuyor.



1964’de basılan kitap o yıl sadece 700 adet sattı

Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol, Fransız Devrimi’nin önemli isimlerinden olan Babeuf’un yazılarını bir araya getiren “Devrim Yazıları” adlı kitabı 1964 yılında Türkçe’ye çevirir.


İki binlik baskıyla okuyuculara sunulan kitap 5 buçuk aylık süreç içerisinde sadece 700 adet satar ve ülkede çok az ses getirir.


Kitap Talat Aydemir’in idamı sonrası gündeme geldi

Kitabın bu sessizliği Talat Aydemir’in idam edildiği 5 Temmuz 1964 yılına kadar sürer ve Eyüboğlu ve Günyol için yargılama bu olayın ardından başlar.
“Devrim Yazıları” kitabının satılan 700 kitabından birini alan Talat Aydemir, Babeuf’un yazılarını cezaevindeki hücresinde detaylı biçimde okuyarak kitapla ilgili birçok da not alır.


Aydemir’in idamının ardından günümüz gerici basınını aratmayan dönemin gerici basını Aydemir’in hücresinde bulunan bu kitabı cezaevine yüklü miktarda para vererek alır.

Bunun ardından kitapla ilgili ciddi bir karalama kampanyası ve haberler silsilesi başlatılırken, Aziz Nesin, Çetin Altan ve TBMM de dâhil herkes “Devrim Yazıları” tartışmasına dâhil olur.


Eyüboğlu ve Günyol’a komünizm propagandası davası

Yaşanan bu sürecin ardından, 24 Mayıs 1965 yılında Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol, Gracchus Babeuf’u anlatan “Devrim Yazıları” adlı kitabı Türkçeye çevirdikleri için mahkemeye verildi.

Fransız Devrimi’nin oldukça önemli bir tarihsel karakterinin hayatını anlatan bu kitabı Türkçeye çevirdikleri için yargılananlar, Günyol ve Eyüboğlu ile sınırlı kalmamıştı. Aziz Nesin de basının linç kampanyasına karşı çıkarak dönemin Akşam gazetesinde kitapla ilgili destek yazısı kaleme alınca kendini mahkemede buldu.


Komünizm propagandası için bilirkişi raporu istendi

Mahkeme heyeti karar vermek için, yapılan yargılamadan tam 168 yıl önce hayatını kaybetmiş olan Babeuf hakkında bir bilirkişi raporu istedi. Raporun hazırlatılma nedeni ise, kitabın komünizm propagandası yapıp yapmadığının tespit edilmesiydi.



Petit Larousse’den rapor hazırlayan profesörler

Bilirkişi heyeti ise dönemin 3 piyasacı profesöründen oluştu. Bu heyetin hazırladığı bilirkişi raporunu Vedat Günyol tarif ediyor:

“Üç üniversite profesörünün imzasını taşıyan bu belge, tek bilimsel dayanak olarak başlıca (!) ansiklopedilerde tekrarlana tekrarlana kalıplaşmış, papaz kafasından çıkma üç satırlık bir yargının, hem de bilim dünyasında geçersizliği ispatlanmış geçersiz bir yargının gölgesine sığınmış. Başlıca ansiklopediler diye böbürlene böbürlene öne sürdükleri ne biliyor musunuz? Bir ciltlik Petit Larousse… Ne acınası durum değil mi?”


"Bir nevi komünizm"

Bilirkişi raporunda kitap şöyle tanımlanıyor:


“1760-1797 yılları arasında yaşayan yazar, başlıca ansiklopedilerde Fransız İhtilali demagogu olarak vasıflandırılmakta ve fikirlerine Babeuvisme demekte ve bunların bir nevi komünizm olduğu ifade olunmaktadır. Tercümelerin takriben 200 sene evvel bir demagog tarafından yazılan yazıları dilimize çevirmiş olmaları garip görünen bir olaydır. Kitabın Türk toplumunun genel kültür seviyesini yükseltici gayeler dışında maksatlar taşıdığı kanaatine varıldığını arz ederiz.”

Bu bilirkişi raporunun ardından yapılan sert savunmalar ve yeni bilirkişi raporları talepleri sonuç vermiş ve hazırlanan yeni rapor sonrası alınan kararda mahkeme sanıklar hakkında tahliye kararı vermişti.


1964’ten 2012’ye ne değişti?

1964 yılından 2012 Türkiye’sine bakıldığında davalardaki hukuksuzluk ve bilimsel gerçeklerin görmezden gelinmesi durumunda değişen tek şey günümüzde Laraousse’den Google’a ilerleyen farklı bir sürecin yaşanması oluyor.

Ansiklopediden Google’a dönen bir iddianame hazırlama ve bilimsel gerçekleri açıkça görmezden gelen bilirkişi raporu hazırlama süreci oluşmuş durumda.

Birçok hayati konuda hazırlanan bilirkişi raporlarında, bilimsel gerçeklerin açıkça ihlal edildiğini birçok kez ortaya çıkmıştı. Balyoz davasında bilirkişi raporlarını hazırlayan TÜBİTAK’ın dijital veriler üzerindeki oynamaların diğer birçok araştırmalarda tespit edilmesine rağmen ısrarla görmemesi hala tazeliğini koruyor.

Babeuf olayında günümüze göre farklı gelişen olaysa kitapla ilgili alınan karar. Devrim Yazıları yayınlandıktan aylar sonra toplatılması kararı alınırken, günümüzde Başbakan’ın deyimiyle bombadan daha tesirli olan kitaplar daha henüz basılmadan toplatılıyor.

(soL – Kültür)








Galeano: Artık herkes ya onursuz, ya da öfkeli

14/01/2012

Dünyaca ünlü Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, Küba'nın başkenti Havana'yı ziyaret etti. Galeano, bugünün dünyasında insanların ya "onursuz", ya da "öfkeli" olduklarını, tarafsız olmanın mümkün olmadığını söyledi.

"Latin Amerika'nın Kesik Damarları" başta olmak üzere birçok kitabın yazarı Eduardo Galeano, Küba'nın kıta çapında örgütlenmiş olan prestijli kültür kurumu Casa de las Americas'ın Havana'daki merkezini ziyaret etti.

Basın mensuplarıyla yaptığı söyleşide Uruguaylı yazar, "Kıtanın yaşadığı kriz, birçoklarını kabul edilemez olanı kabul ederek, onursuzluğa mahkûm etti" dedi. Galeano, bu yüzden bu haysiyetsizliği kabul etmeyen öfkelilerin, tüm ülkelerde sokağa çıkmaya başladıklarını söyledi. Galeano, işsizliğe ve eşitsizliğe öfke duyanların hareketinin frenlenmesinin ise imkansız olduğunu belirtti.

Galeano, "Bana kalırsa her yerde, kendini ifade etmeye çalışan bir değişim isteği var. Her tarafta sol hareketler var, bunlar yavaş yavaş tabandan güçlenerek geliyorlar. Bazen sessizler, neredeyse gizliler, ama her taraftalar" dedi.

Uruguaylı devrimci yazar, 10 senedir Küba'ya gitmiyordu. Galeano, haftaya pazartesi Havana'da edebiyat ödülü alacak. Yazar, "Küba'ya döndüm ama aslında hiç gitmemiştim, çünkü bu ada her zaman benim içimde, kelimelerimde, eylemlerimde ve ondan aldığı her şeyi capcanlı muhafaza eden hafızamda yaşamaya devam etti" dedi. Küba devrimine duyduğu hayranlığa asla gölge düşmediğini belirten Galeano, Küba'nın, "küçük ve fakir ülkeler için yurtseverlik hakkının reddedildiği bir dünyada ulusal onur ve dayanışma örneği" olduğunu söyledi: "Hayatımda bu kadar dayanışmacı hiçbir ülke, geri kalanlara bunca fedakarlık ve yardım gösteren başka bir devrim görmedim."

Galeano'nun son kitabı "Aynalar", 2011 senesi için Küba'nın prestijli ödüllerinden "José María Arguedas Onur Ödülü"nü kazandı.


"Obama'nın kitabı okuduğunu sanmıyorum"

Venezuela lideri Hugo Chávez, Nisan 2009'da, kendisini daha önce "teröre destek vermekle" itham ettiği için "Cahil adam biraz kitap oku" dediği Barack Obama'ya Galeano'nun "Latin Amerika'nın Kesik Damarları" kitabını hediye etmişti. Kübalı gazeteciler, Galeano'ya bu olayı hatırlatarak, "Obama'nın kitabınızı okuduğunu düşünüyor musunuz?" diye sordu.

Chávez'in yaptığının "sembolik bir eylem" olduğunu belirten Galeano, "Kitabı okuduğunu sanmıyorum. O eylem, Obama'ya danışmanlarından duymaya alıştığı seslerden farklı seslerin de var olduğunu hatırlatmanın bir yoluydu" dedi.

(soL - Kültür)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder