31 Ocak 2012 Salı

Evden çıkmazsak sorun kalmayacak mı?


Kar yağışı nedeniyle “dışarıya çıkmayın” uyarısında bulunan yetkililer, emekçilerin çalışmak zorunda olduklarını unutmuş gözüküyor. Bu zihniyetin yoksulların ısınma sorunuyla kalitesiz kömür dağıtmak dışında ne kadar ilgilendiği ise merak konusu.

Türkiye’nin pek çok yerinde görülen, özellikle büyük kentlerde hayatı felç eden kar yağışına karşı yetkililerin bulduğu çözüm 'evde oturmak'. Evde oturmanın milyonlarca emekçi için zaten mümkün olmaması bir yana, evde oturunca sorunlar bitiyor mu? Hayır, evde otururken milyonlarca emekçi, kara kara yakıt giderlerinin artışını düşünüyor. Biraz doğalgazı kısayım dese üşüyor, biraz açayım dese faturalar şişiyor...






Bırakın depremi bunlar kar yağışında bile beyaz bayrak çekiyor...

İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun kar yağışı nedeniyle yapma gereği hissettiği “dışarı çıkmayın” uyarısı, ülkenin sadece deprem gibi büyük afetlere değil sıradan hava olaylarına karşı dahi son derece hazırlıksız olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya koydu. En sıradan doğa olaylarının dahi ciddi felaketlere yol açabilmesinin altında, belediyelerin altyapı yatırımlarına yoğunlaşmaktan çok rant dağıtma işlevi ile kullanılması yatmakta.

Yağışların ciddi sıkıntılara yol açtığı Ankara’da ise Büyükşehir Belediye Başkanı Mehih Gökçek, kentte yağış beklenmesi üzerine şu “dahiyane” öneriyi yaparak zekasını konuşturmuştu: “Üst katlardaki komşularınızda kalın.”

Emekçilerle dalga mı geçiliyor?

Her yıl görülebilen sıradan bir kar yağışı nedeniyle yapılan evden çıkmama uyarısının çağdışılığı bir yana gerçekçiliği de bulunmamakta. İstanbul, Ankara gibi kentlerde çalışan milyonlarca emekçi için bu uyarı herhangi bir şey ifade etmemekte.

Olumsuz hava koşullarında emekçilerin payına düşen evde oturmaktan çok evleri ve işyerleri arasında daha uzun ve eziyetli yolculuklara katlanmak oluyor.

Isın(ama)ma sorunu

Sert kış günlerinde yaşanan tek sorunun ulaşım değil. Enerji fiyatlarının yüksek olduğu ülkemizde sert geçen kış günleri emekçiler için ısınma sorununu da beraberinde getirmekte. Kentlerde yaşayan çok sayıda vatandaşın ortalama büyüklükteki konutlarını ısıtabilmek için gelirlerinin önemli bir bölümünü doğalgaz harcamalarına ayırmak zorunda kalıyor.

Ailelerinden ayrı yaşayan üniversite öğrencilerinin durumu ise daha sıkıntılı. Yurt olanağı bulamayan çok sayıda üniversite öğrencisinin evlerinde ancak sınırlı miktarda doğalgaz kullanabildiği, kışı battaniyeye sarılarak geçirmek zorunda kaldıkları görülüyor.

Yeterli ısınma olanaklarına sahip olamayan yoksullar hastalık riskiyle karşı karşıya kalmakta. Sağlık hizmetlerinin ve ilaçların giderek daha paralı hale gelmesi nedeniyle ısınma kaleminde yapılan tasarrufların hastane ve ilaç masraflarına gitmesi söz konusu olmakta.

Soba kullananlar zehirlenme tehlikesiyle karşı karşıya

Doğalgaz kullanabilme şansına sahip olamayan kesimin ise kışı soba zehirlenmeleri ve yangınları tehdidi altında geçirdikleri görülmekte. Kışın sertleşmesinden bu yana çok sayıda soba zehirlenmesi olayı yaşandı. Bundan yaklaşık on gün önce Kayseri’de 41 kişi aynı gece soba zehirlenmesi yaşamıştı. Her yıl çok sayıda insanın sobadan kaynaklı zehirlenmeler ve yangınlar nedeniyle hayatlarını kaybettikleri bilinmekte. Halkın ısınma ihtiyacını doğalgaz fiyatlarını düşürerek çözmek yerine kalitesiz kömür dağıtarak geçiştiren AKP’nin bu tavrı yeni zehirlenmelere davetiye çıkarmakta.

Doğalgaz zamları kapıda

Zaten oldukça yüksek olan doğalgaz fiyatlarına yapılacak son zamlarla birlikte ısınma maliyetlerinin ciddi oranda artması bekleniyor. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından Mart ayından itibaren doğalgaz dağıtım şirketlerine yüzde 3 ila 20 arasında zam yapma yetkisi verildi. İlk zammın yüzde 12’lik oranla Mart ayında Kayseri’de olacağı öğrenildi. Bu yıl toplam 19 şehirde doğalgaz zammı yapılabilecek.

Yapılacak zamların doğal gaz şebekesi olduğu halde soba kullanan ev sayısını artırması bekleniyor. Bu durum yeni soba zehirlenmelerinin önünü de açıyor.

(soL - Haber Merkezi)


Pehlivan ve Terkoğlu'nun Sızıntı kitabında polisten sıradışı telaş


Odatv editörleri Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu'nun bu Cuma günü yayına çıkacak kitabı "Sızıntı - Wikileaks'te Ünlü Türkler", bu sabah polisin sıradışı bir uygulamasına sebep oldu.

Odatv davası kapsamında tutuklu yargılanan Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ve Haber Müdürü Barış Terkoğlu'nun henüz içeriye girmeden önce üzerinde çalışmaya başladıkları kitapları "Sızıntı - Wikileaks'te Ünlü Türkler", Cuma günü Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından basılacak. Kitabın basın bülteni de basına gönderildi.

Ancak bu sabah beklenmedik bir gelişme yaşandı. Bir polis memuru Kırmızı Kedi Yayınevi'ni arayarak, kitabın basılacağı matbaanın adresini sordu. Bu durum, matbaa çalışanlarında kuşku uyandırdı. Zira normal prosedürde zaten basılan her kitaptan iki nüsha, matbaadan Emniyet Basın Bürosu'na gönderiliyor.

Bu durum karşısında yayınevinin sahibi Haluk Hepkon, avukat Serkan Günel'e ulaştı. Günel, yayınevini arayan polisi arayarak durumda ilgili bilgi istedi. Polis ise "telaş edecek bir şey olmadığını, normal prosedürü uyguladıklarını" söyledi.

Günel, soL'a bu durumu tuhaf bulduğunu söyledi. Normal prosedürde bir polisin henüz kitap basılmadan önce yayınevi ve matbaayı aramasının söz konusu olmadığını belirten Günel, "Matbaadan onlara kitap basılınca örnek nüsha zaten gönderilir. Fakat polis telefonda benden 4 nüsha istedi" dedi.

Matbaadan 10 nüsha istediler!

Daha ilginci ise, polisin matbaadan isteği oldu. Matbaayı arayan polis, buradaki görevlilere "kitap basılır basılmaz bize 10 adet gönderin" dedi.


Günel, durum karşısında tedirginlik yaşadığını gizlemiyor. "Bu bir hazırlık olabilir" diyor.

(soL - Haber Merkezi)


'İyi polis' görev başında


2006 yılında uygulamaya konulan Toplum Destekli Polislik Projesinin, 2006-2011 yılları arasını kapsayan faaliyet raporu açıklandı. Rapora göre polis, 5 yılda tam 23,5 milyon insanla bire bir görüşme yapmış.

Emniyet Genel Müdürlüğü, 2006 yılından bu yana uygulamada olan Toplum Destekli Polislik Projesi kapsamında hazırladığı faaliyet raporunu geçtiğimiz günlerde yayınladı. 2006 yılında Asayiş Daire Başkalığı bünyesinde hayata geçirilen proje kapsamında 2006-2011 yılları arasında sürdürülen faaliyetleri sırlayan Emniyet, raporda yeni projelerin de yolda olduğunu "müjdeliyor."

"Muhbir vatandaş" görev başında

AB'ye uyum çerçevesinde yürürlüğe konulan projenin ana hedefi, raporda "Suç oluşumunu önlemek ve vatandaşların güvenlik hizmetlerine aktif katılımını sağlamak" olarak tanımlanıyor. Yani polis, yurttaşlardan, bir suça maruz kalmaları durumunda değil, bundan şüphelendikleri her durumda kendilerine başvurmalarını, polisle ilişkilerini daimi kılmalarını istiyor.


"Suçu oluşmadan önlemek" adı altında yurttaşların tüm çevrelerine şüpheyle bakması ve tehdit olarak algıladığı kişiler hakkında polise rapor vermesi isteniyor. Bu şekilde, halk muhbirliğe özendirilirken, Emniyet'in raporunda da bahsettiği gibi, "halkın polise duyduğu güven ve desteğin" artması hedefleniyor.

23,5 milyon görüşme, 11.238.824 broşür, 384.472 afiş, 685.884 e-mail ve mektup

Emniyet'in raporda sıraladığı 5 yıllık faaliyetlerin bilançosu ise ürkütücü. Polis, proje kapsamında 23,5 milyon kişiyle bire bir görüştüğünü belirtiyor ki bu rakam ülkede yaşayan toplam nüfusun 3'te 1'ine denk geliyor. Yani polis, son 5 yılda ülkedeki her 3 kişiden 1'ine "Etrafta suç işleyebilecek birisi var mı" sorusunu yöneltmiş!


"Genel güvenlik, özel güvenlik ve bireysel güvenlik konuları"nda 4.432.669 kişiyle görüştüğünü belirten Emniyet, "okul güvenliği ve öğrenci güvenliği konuları"nda 8.249 okul aile birliği ile toplantı yapmış. Polis, "iş yeri güvenliği konusu"nda ise 2.619.175 esnafla bilgilendirme toplantıları gerçekleştirdiğini belirtiyor. Emniyet raporda, yapılan toplantılarda kişileri, "suçun nasıl önleneceği"ne dair bilgilendirdiğini belirtiyor.

Bu kapsamda polis, teknik imkanlardan da olabildiğince yararlanmış. Emniyet, 5 yılda 11.238.824 broşür dağıttığını, 384.472 afiş astığını ve toplamda 685.884 elektronik posta ve mektup yazdığını belirtiyor. Bu rakamlar dahi polisin ülkemizde artık bir siyasi parti gibi çalıştığını hatta ortalama maddi imkanlara sahip bir siyasi partiden daha maliyetli bir propaganda çalışması yürüttüğünü gösteriyor.

Anlaşılan o ki polisimiz, Başbakan'ın "Polis, rejimin teminatıdır" sözünün altında kalmak niyetinde değil.

Polis de "projeci" oldu

Pilot uygulamasının 10 ilde başlatıldığı ancak görülen "yarar" üzerine 2009 yılında ülke genelindeki Polis Sorumluluk Bölgelerinin tamamında uygulanmaya başlanan Toplum Destekli Polislik faaliyetleri doğrultusunda polis, 1.174 projenin hayata geçirildiğini 489 projenin ise yolda olduğunu "müjdeliyor."


Yine 5 yıllık süre içerisinde proje sayesinde ve sadece Kabahatler Kanunu kapsamında 5.790 kişiye idari yaptırım uygulamasının gerçekleştirildiği, 15.888 olaya el konulduğu, 10.555 kişinin yakalandığını belirten polis, bu 10.555 kişi içerisinde kaçının gerçekten suçlu olduğunun tespit edildiğine dair bir bilgi vermiyor.

Toplum mu polise destek oluyor, polis mi AKP'ye?

Türkiye, Toplum Destekli Polisler'i sadece "vatandaşı muhbirliğe davet ederken" tanımıyor. Polisler, seçim döneminde AKP'nin yardım paketlerini dağıtırken de sık sık karşımıza çıkmıştı. Örneğin geçtiğimiz yıl şubat aylarında Giresun Emniyet Müdürlüğü Toplum Destekli Polis Büro Amirliği'nin, vatandaşlara soba ve kömür yardımı yaptığına dair haberler basında geniş yer bulmuştu. Giresun Emniyet Müdürlüğü Toplum Destekli Polis Büro Amirliği tarafından tespit edilen ihtiyaç sahibi ailelere 5 ton kömür dağıtılmış, sobalar ise polisler tarafından ailelerin evlerine götürülmüştü. Konuyla ilgili olarak Giresun Emniyet Müdürlüğü yetkilileri, Toplum Destekli Polis Merkezi’nin suçu önleyici hizmetler konusunda büyük aşama kaydettiğini ve vatandaşlara her konuda yardım etmeyi sürdüreceğini açıklamıştı.


Hafızalarda yer eden bir örnek de Gaziantep'ten. 2008 yılında yine aynı birime bağlı polisler yoksul ailelere "kurban eti" dağıtmıştı. Toplum Destekli Polislerin aralık ayında et dağıtımı yaptığı aileler ise, aynı yılın ekim ayında polisin acımasızca müdahale ettiği eski DTP'nin bir eylemine katılan yoksul ailelerden başkası değildi.

Liselilere de rahat yok

Polisin, kendisini sevdirmeye çalıştığı ve muhbirlik beklediği kesimlerden birisi de liseliler. Bu konuda da pilot uygulamalar başlatılmış durumda.
Gaziantep Emniyet Müdürlüğü ve Gaziantep İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliği ile hazırlanan, ''Polisimi Tanıyorum, Polisimi Seviyorum ve Polis Olmak İstiyorum'' isimli proje kapsamında lise öğrencileri polis olmaya özendiriliyor. 9 Mart 2011'de başlayan proje kapsamında liseliler Gaziantep Emniyet Müdürlüğü'ne ait otobüslerle okullarından alınarak Gaziantep Polis Yüksekokulu'na getiriliyor. Gezi sırasında liselere polis kıyafetleri giydiriliyor. Düzenlenen toplantılarda ise, liselilere Gaziantep Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürü, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü , Özel Hareket Şube Müdürü ve Toplum Destekli Polislik Büro Amiri tarafından sunumlar yapılıyor.


Bilindiği gibi, Milli Eğitim Bakanlığı ile Emniyet Genel Müdürlüğü arasındaki anlaşma çerçevesinde her okulda sivil ve resmi kıyafetli polislerin bulunması hedefleniyor. Bu anlaşma çerçevesinde hemen her liseye polisler yerleştirilmiş durumda. Bu polisler "güvenlik" gibi konular dışında öğrencilerin "psikolojik sorunları" ile de ilgileniyor ve okulların Rehberlik ve Danışmanlık hocaları ile beraber çalışıyor. Okullarda "muhbir öğrenci"lerin bulunmasına dair proje de bizzat eski Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'nun ağzından doğrulanmıştı.

(soL- Haber Merkezi)


25 Gün Bilmeden Çalışmışlar


Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 43 taşeron işçi, işten çıkarıldığını bilmeden 25 gün çalıştı. Şimdi işe iade davası açacaklar.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne bağlı taşeron şirkette çalışan 43 işçi işten çıkarıldı.

En az üç, beş, 10 yıldır, hastanede biyolog, labarant, tıbbi sekreter ve teknisyen olarak çalışan işçiler, habersizce işten çıkarıldı.

Yönetimden işçileri çağıran iki kişi, "31 Aralık'ta taşeron sözleşmeniz bitmiş, çalışan fazlalık olduğu için işten çıkarıldınız" dedi.

bianet'e işçiler adına konuşan Serdar Çal, "25 gün boyunca işten çıkarıldığımızı bilmeden çalıştık. Bize çıkarıldığımız tebliğ bile edilmedi. Toplantıya çağırdılar ve 'çıkarıldınız' dediler" diyor.

"Bu işin okulunu okuduk"

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yüksekokulu'ndan mezun, üç yıldır hastanede tıbbi sekreter olarak çalışan Çal, "Hepimiz bu işin okulunu okuduk. Hastanenin asıl işlerini yapıyoruz. Bizi çıkardıklarında yerimize koyacakları insan yok" diyor.

Çal, işten çıkarıldıktan sonra hastane bahçesinde direnişe geçene kadar kimsenin kendileriyle ilgilenmediğini söylüyor.

"Dekanlık ile görüşmeler başlayınca, bize haklı olduğumuzu ancak çıkarılan işçilerin Rektörlük tarafından hazırlanıp, taşeron şirkete verildiğini söylediler. Şu an için hiçbir garanti veremiyorlar."

İşçiler Dekanlık ile yaptıkları görüşmelerde henüz somut bir sonuca ulaşamadıklarını, işe iade için hukuki işlemleri başlattıklarını söyledi.

"Zaten taşeron sistemin getirdiği, esnek güvencesiz çalışma nedeniyle, fazla mesai, öğle yemeği yiyememe, yıllık izin kullanamama ve en önemlisi her an işten çıkarılma kaygımız vardı.

Kıdem tazminatımızın ödenmeyeceği, dava açabileceğimiz söylendi. İşe iade için açacağımız davada, hastanenin asıl işçisi olduğumuz için 4b kadrolu olmayı talep edeceğiz."


Nilay VARDAR 

Bianet.org


Abdi İpekçi anılıyor


33 YIL ÖNCE KATLEDİLMİŞTİ

Sabah işe giderken Maçka’da, evinin yakınında bir yerde arabasının içinde vurularak öldürülen gazeteci Abdi İpekçi, katledilişinin 33. yılında düzenlenecek törenlerle anılacak.

abdi ipekçiTürkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden yapılan yazılı açıklamada, uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanvekili, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve başyazarı Abdi İpekçi için, yarın saat 11.00’de Zincirlikuyu’daki mezarı başında anma töreni düzenleneceği belirtildi. Ayrıca TGC tarafından aynı gün, İpekçi için cemiyetin Burhan Felek Konferans Salonu’nda saat 14.00’te bir panel düzenlenecek. Milliyet gazetesi yazarı Nail Güreli’nin moderatörlüğünde yapılacak panele konuşmacı olarak TGC Başkanı Orhan Erinç, Basın Konseyi Başkanı Orhan Birgit ve Radikal gazetesi yazarı Altan Öymen katılacak. Panel sonunda TGC Başkanı Orhan Erinç, Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) Dönem Başkanlığı görevini Basın Konseyi Başkanı Orhan Birgit’e devredecek.



Cumhuriyet-İstanbul Haber Servisi



‘Din dersi kaldırılsın’



Eğitimciler: Zorunlu din dersi asimilasyondur, dönüştürmedir. AİHM, Danıştay kararları uygulansın

İstanbul’da çeşitli liselerde okuyan öğrenciler, Milli Güvenlik dersinin kaldırılması yönünde alınan kararın ardından din dersinin de zorunlu olmaktan çıkarılarak seçmeli ders olarak okutulmasını istediler. Öğrenciler, “Madem 12 Eylül ve darbelerle hesaplaşılıyor, Kenan Evren ve cuntasının sorgulayan ve hesap sorabilen gençliğin önünü kesmek için müfredata koyduğuı zorunlu din dersini de kaldırsınlar” dedi. Bir grup eğitimci ise yaptıkları açıklamada, “Zorunlu din dersi asimilasyondur, dönüştürmedir. AİHM ve Danıştay kararları uygulansın, baskıya son verilsin” diye konuştu.

Zorunlu din derslerine karşı gazetemizi ziyaret eden “Liseli Genç Umut”tan bir grup öğrenci, Milli Güvenlik dersinin ardından zorunlu din dersinin de kaldırılmasını istedi. Öğrencilerden K.P. din dersinin 12 Eylül darbe süreci ile zorunlu hale getirildiğini belirterek “Kenan Evren, düşünmeyen, sorgulamayan ve dogmalara inanan bir nesil yetiştirmek için bu dersi zorunlu olarak müfredata koydu ve bu ders diğer inanç gruplarını asimilasyona uğratmak için kullanıldı. Şu anki din dersi diğer inanç gruplarına hitap etmiyor.

Aleviler ve inanmayan arkadaşlarımızın bu içerikle dersi görmesi doğru değil. Üstelik ortada AİHM ve Danıştay kararı var iken insanları bu derse zorlamak darbeci zihniyetle aynıdır” dedi.

H.D.Ö. ise zorunlu din dersinin insanların inanç özgürlüğünü kısıtladığını söyledi. H.D.Ö, “Hıristiyan bir arkadaşım derse girmek istememesine karşın, devamsızlık yapıyor sayıldığı için zorunlu olarak derslere katılıyor. Derslere katılmak istemeyen arkadaşlarımız ‘Sen nasıl inanmıyorsun’, ‘Neden derslere girmiyorsun’ gibi sorularla karşılaşıyor. Laik bir ülkede devletin dini olmaz iken bizde tek bir inanç sistemine göre öğrenciler şekillendirilmeye çalışılıyor. Din dersi seçmeli hale getirilmeli” diye konuştu. Din dersine girmek istemediği için notunun düşürüldüğünü kaydeden D.I. da “Müzik, resim gibi dersler seçmeli olarak okutulurken din dersinin zorunlu olarak okutulmasını kabul edemiyorum. Dersten çıkmak istediğimi hocama söylüyorum, beni disipline vermekle tehdit ediyor. İnanmadığımı söylediğim için notum düşürüldü. İnanmadığımı söylediğim için arkadaşlarımızla kutuplaşıyoruz ve bağlarımız kopuyor. Türkiye’de askeri rejimle hesaplaştıklarını söyleyerek Milli Güvenlik derslerini kaldıranlar, din dersini de zorunlu olmaktan çıkarsınlar” dedi. B.Ç. din dersi hocasının sözlü notlarını sınıfta namaz kıldırarak verdiğini, namaz kılmayan öğrencilerin o dersten geçemediğini söyledi. B.Ç. din dersinin seçmeli olarak okutulmasıyla inanç özgürlüğü önündeki engellerden birisinin kaldırılmış olacağını belirtti. İsimlerinin açıklanmasını istemeyen bir grup eğitimci ise yaptıkları açıklamada “Hem Türkiye’de iç hukuk mahkemeleri hem de AİHM kararları olmasına karşın zorunlu din derslerinin halen uygulanıyor olması Türkiye’deki Alevilere ve diğer inanç gruplarına haksızlıktır. Din dersi isteğe bağlı olarak seçmeli, genel kültür içerikli ve evrensel değerleri içerecek şekilde yeniden düzenlenmeli” görüşünü savundu.

ALİ AÇAR

Cumhuriyet


AKP'yi eleştiren Mehmet Altan masum mu?


Geçtiğimiz haftalarda Star Gazetesi’nden ayrılan Mehmet Altan, T24 internet gazetesine verdiği röportajda AKP iktidarını ve AKP’nin basına yönelik baskılarını eleştirdi. Altan, fikir babalığını yaptığı ikinci cumhuriyetin faşizan uygulamalarının ucu kendisine dokununca “muhalif gazeteciliğe” soyunmuş görünüyor.

T24’e verdiği röportajda AKP’yi ve basın üzerinde kurduğu tahakkümü eleştiren Mehmet Altan Fırat Haber Ajansına verdiği bir röportajda söylediklerinden ötürü Star Gazetesi’yle ilişkilerinin bozulması ve Star Gazetesi'nin röportaja çeşitli eklentiler yapmasını talep etmesi üzerine bu talebi reddederek gazeteden ayrılmıştı.

Dün T24’ten Hazal Özvarış’ın sorularını yanıtlayan Altan, medya ve AKP ile ilgili konuştu. T24, Altan’a “Medya ve hükümet ilişkisindeki kırmızı çizgiler ne? Biat kültürü nasıl somutlaşıyor? Tek sansür, oto-sansür mü? Baskı hangi yollardan yapılıyor? Komiser kim? Ana akım medyada sınırı aşanlara ne oluyor? Açıklanan gazete tirajlarında şike var mı? 28 Şubat gibi AKP de kendi medyasını mı yarattı? Star’dan ayrıldıktan sonra Köşk’ten arandı mı?” sorularını yöneltti.

Mehmet Altan’dan AKP’ye “ağır” eleştiriler

Mehmet Altan, hükümet ve basın arasındaki ilişkilere dair soruyu “hükümete dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi” şeklinde yanıtladı.


“Birisi Türkiye medyası için düğmeye basıyor” diyen Altan “Yeni Türkiye propagandasıyla uyuşmayan her tablonun gündemdeki yeri düşüyor” dedi.

Röportajın devamında Altan’ın “Gazete yönetimlerine siyasetçiye biat edenler geliyor” sözleri üzerine bu biat kültürünün nasıl yerleştiği soruluyor. Altan bu soruyu “Pek çok gazetede, gazetecilik ilkeleri değil, siyaset geçerli. Siyasetçiye biat edenler yönetime geliyor. Geriye kalanların da, hoşa gitmeyen bir şey yaptıklarında nasıl sindirildikleri ortada” şeklinde yanıtlıyor. Medyada oto-sansür işlediğini söyleyen Altan “Hükümet neye kızıyorsa, oraya oto-sansür giriyor. Meslek ilkeleri yerine “hükümet buna kızar, buna kızmaz” anlayışı devreye giriyor...” diyor. Sansürün, oto-sansür dışında “Başlığa kadar her şeye karışılması, eleştirisel bakanların da nihayetinde işten atılması...” şeklinde işlediğini belirten Altan “Yazar olma vasfıyla çalıştırdığın insana ayar verirsen, o artık yazar sayılmaz. İç içe geçmiş kuklaya dönüşür” diyor.

“AKP, 12 Eylül rejimini ele geçirmeye öncelik veriyor”

Asıl meselenin Türkiye’nin 2012’de geldiği nokta olduğunu söyleyen Altan, ileri demokrasi söylemiyle siyasetçilerin istemediklerinin yazılamadığını bir noktaya gelindiğini belirtiyor ve AKP’nin 12 Eylül rejimini ele geçirdiğini söylüyor:


“12 Eylül rejimini demokratikleştirmek yerine onu “ele geçirmeye” öncelik verince, yönetim zihniyeti de bundan fazlasıyla nasibini alıyor… Evren’i yargılarken,12 Eylül’ün devletin çatısını oluşturan anayasası başta olmak üzere 600 yasasını da dinamitlemeyince, Evren’i yargılıyoruz ama 12 Eylül rejimini tüm varlığıyla yaşatmaya da devam ediyoruz…“Eski rejim” yeni ellere geçiyor izlenimi bundan dolayı yaygınlaşmakta…”

Mehmet Altan masum olabilir mi?

Mehmet Altan röportajında AKP’ye yönelttiği suçlamalarda samimi olabilir mi? Başka bir şekilde sorulacak olursa, bir dönem AKP’nin yarattığı demokratikleşme illüzyonuna aldanmış ve yaşanan gelişmelerden ötürü gerçeğin farkına varmış olabilir mi? Sadece Mehmet Altan’ın geçmişi dahi böyle bir ihtimalin olamayacağının kanıtı. Zira, Mehmet Altan, yandaş gazetecilikte gelecek görüp, bu alana “yatırım yapan” ve sayıları son yıllarda oldukça artan örneklerden oldukça farklı bir isim. İktidarı boyunca AKP politikalarını sonuna kadar desteklemiş olmak Mehmet Altan’ı açıklamaktan oldukça uzak, zira son yıllarını AKP sözcülüğüne adamış olmanın ötesinde AKP’nin yaslandığı ideolojik zeminin güçlenmesi için on yıllardır çaba sarfeden birisi Mehmet Altan. 90’lı yılların başında alevlenen 2. Cumhuriyet tartışmalarının öncülerinden olan Altan, bizzat bu kavramın isim babalarından. Öyle ki Altan’ın ikincicumhuriyet.org isimli bir internet sitesi bulunuyor ve Altan 90’lı yıllardan bugüne kendi internet sitesinde de ikinci cumhuriyetin ideologluğunu ve savunuculuğunu sürdürüyor.


Mehmet Altan’ın, ikinci cumhuriyet propagandasına yıllarını vermiş bir isim olarak bu konuda pek çok makale ve köşe yazısı bulunuyor. Bunların yanında ‘İkinci Cumhuriyetin Yol Hikayesi’, ‘İkinci cumhuriyet, Demokrasi ve Özgürlükler’ adlı kitaplar da Mehmet Altan’ın imzasını taşıyor.

Mehmet Altan, 2. Cumhuriyetin ideolojisi muhafazakar liberalizmin güç kazanması için yıllarını vakfetmiş bir isim. Bu çerçevede liberaller ile islamcılar arasında kurulan ittifakın ana öznelerinden birisi olan ve Fethullah Gülen cemaatine bağlı Abant Platformu’nun da yönetim kurulu üyelerinden birisi.

Altan, tüm bunlara neden ses çıkarmadı?

Bugün “sansür var, baskı var, AKP 12 Eylül rejimini ele geçiriyor” diye -kendi deyimiyle- avaz avaz bağıran Mehmet Altan herhalde, ideologluğunu yaptığı ikinci cumhuriyetin ne olduğunu işini kaybedince anlamış olamaz.


O halde Altan, bugüne kadar 105 gazeteci tutuklanırken neden baskı var demedi?

Başbakan medya patronlarını toplayıp, görmek istemediği manşetleri sıralarken, gazetecilere tehditler savururken neden ses çıkarmadı?

Pek çok gazeteci işten atılırken, internet siteleri kapatılırken, gazetecilere ve karikatüristlere Başbakan tarafından sayısız dava açılırken neden kalem oynatmadı?

(soL - Haber Merkezi)


Tayyip Erdoğan: 'Kılıçdaroğlu'ndan memnunuz'


Partisinin grup toplantısında konuşan Tayyip Erdoğan yine BDP'ye yüklendi. CHP kurultayı ile ilgili de konuşan Erdoğan, "Kılıçdaroğlu'ndan memnunuz" dedi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin TBMM Grup Toplantısı'nda konuşma yaptı.

Konuşmasında yine BDP'yi hedef tahtasına oturtan Erdoğan, çok bilindik "koyun gütme" demogojisini yineledi. Erdoğan, "Bunlar 5 koyunu güdemez, kaybedip dönerler. Tenha bir yerde kesip kebap yapma yoluna giderler" dedi.

"Bunlara talimat dağdan geldiği için böyle yapıyorlar. Biz sizi siyasette muhatap aldık ama siz dağa sormadan, İmralı'ya danışmadan hiç bir adım atamadınız. Biz sadece halkımıza sorar, halkımızdan aldığımız yetkiyi kullanırız" diyen Erdoğan, "Kimsenin güvenlik güçlerinin motivasyonunu kırmasına izin vermeyeceğiz. BDP'nin cahilce iddialarının ötesinde daha büyük bir vahamet var. CHP Genel Başkanı da BDP'nin ahlak dışı iddiasına sahip çıkıp, bu iddiayı tekrarladı. CHP o kadar acziyet içinde ki BDP'nin peşine takılıp gitmekten hiç gocunmadı" şeklinde konuştu.

Eskiden, "'lokomotif CHP, vagonu da BDP'dir" dediğini hatırlatan Erdoğan, sözlerini "Lokomotif BDP, vagonu da CHP’dir" şeklinde değiştirdiğini belirtti ve "Bu tren artık hangi istasyona gider onu da milletimin takdirine bırakıyorum" şeklinde konuştu. Kürsüden, "Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste" şeklinde bir söz olduğunu hatırlatan Erdoğan, "CHP’den aheste aheste çıkıyor" çıkıyor ifadelerini kullandı.

CHP'nin yapacağı kurultaya da değinen Erdoğan "Biz söyleyeceğimizi daha önce söyledik, ‘Manşetle gelen manşetle gider' dedik" dedi. Erdoğan, AKP olarak Kılıçdaroğlu'ndan memnun olduklarını da belirtti.

(soL- Haber Merkezi)


Ahmet Say, insanlık ve aydın sorumluluğu dersi verdi


Ahmet Say, Demokratik Sol Parti’nin düzenlediği bir etkinliğe eski Adalet Bakanı ve Hayata Dönüş operasyonlarının sorumlusu Hikmet Sami Türk'ün konuşmacı olarak katılmasını protesto etti. "İnsanlık değerlerini hiçe sayanlar, adalet hakkında konuşamaz" diyen Say, protestosuyla aydın sorumluluğu nedir göstermiş oldu.

Demokratik Sol Parti tarafından Uğur Mumcu'nun katledilişinin yıl dönümü kapsamında düzenlenen bir etkinliğe eski Adalet Bakanı ve Hayata Dönüş adıyla yapılan cezaevilerine yönelik katliam operasyonlarının sorumlusu Hikmet Sami Türk'ün konuşmacı olarak çağrılmış olması, Fazıl Say'ın babası Ahmet Say tarafından salonda protesto edildi.

Toplantı esnasında söz alan Say, önce kendisini tanıttı, "Bir aydın olarak adı katliamlarla anılan bir şahsın demokrasi ve adalet kavramlarının ele alınacağı bir toplantıda konuşmaması gerektiğini söylemekle sorumlu olduğunu" belirtmesinin ardından sözü önce moderatör tarafından kesilen 77 yaşındaki Ahmet Say, kaba davranışlarla salondan çıkartıldı.

Ahmet Say toplantı salonun çıkışında basının sorularını yanıtladı. Protestosunun nedeni sorulan Say soruya şu yanıtı verdi:

"Ülkemiz milenyuma girdiği sırada, yakın tarihimizin özgürlük, demokrasi ve adalet açısından 2 önemli olayı vardır. Birincisi, F tipi cezaevlerinin mucidi olan o dönemin Adalet Bakanı'nın vicdansızlığı, acımasızlığı ve insanlık düşmanlığıdır. Niye insanlık düşmanlığı diyorum, onu da söyleyeyim: İnsanın tanımı şudur: İnsan, bio-psişik, sosyal, kültürel bir varlıktır. Bunun içindeki, insanın sosyal yani toplumsal yönünü dışlarsak, yani insanı tek başına hücreye atarsak, o zaman insanlıktan anlamıyoruz, insanlığın tanımında olan değerleri tanımıyoruz. İşte bu şahıs bunu yapmıştır. Ardından da Bayrampaşa'da, eski Sağmalcılar Cezaevi'nde fosfor bombası kullanarak hapisanenin içindeki silahsız, eli kolu bağlı, zavallı insanları yakmıştır. KAtil demiyorum ama birinci dereceden sorumludur, çünkü dönemin Adalet Bakanı'dır"

DSP etkinliğinin görevlilieri ise, salon dışında açıklama yapan Ahmet Say'ı orada da engellemeye çalıştı. Salondan çıkan bir şahıs, basının sorularını yanıtladığı sırada Ahmet Say'ı kolundan tuttu ve "Burası şov yapma yeri değil, siz şovmensiniz" deme cüretini de göstererek, Say'ı kovmaya yeltendi. Şahısa orada bulunan ve Say'ın açıklamalarını dinleyen kimseler engel oldular.

Say'ın eleştirdiği F tipi cezaevleri 19 Aralık 2000 tarihinde Hayata Dönüş operasyonları sonucu uygulamaya konuldu. Hala bir çok mahkumun hapsedildiği ve mahkumlarda hem bedensel hem de psikolojik açıdan ger dönüşü olmayan tahribatlara yol açan hücreler Avrupa Birliği (AB)'nin
isteği doğrultusunda kullanılmaya başlandı.



30 Ocak 2012 Pazartesi

İstanbullular Taksim Kürsüsü'nde




Kent Hareketleri öncülüğünde bir araya gelen mahalle dernekleri ve sivil toplum örgütleri Taksim Gezi Parkı'nda kurdukları açık kürsüde "demokratik bir kent yönetimi" istedi. Soğuk havaya rağmen, İstanbul'un Fener-Balat, Sarıyer, Tozkoparan, Ayazma gibi kentsel dönüşümün yapıldığı ve yapılmak istendiği mahallelerden gelenler "Mahallelerimiz yıkılarak yaşam alanlarımız yok ediliyor, kentin kapıları alt gelir gruplarına kapanmak isteniyor" dedi.

Altında yaşadıkları çatıyı temsil eden şeffaf beyaz şemsiyelere mahallelerinin isimlerini yazan istanbullular, "50 yıllık mahallemizi bırakmayız", "Evime, kentime yaşam alanıma dokunma" pankartı taşıdı.
Taksim Gezi Parkı'nda ağaçların kırmızı çarpılarla işaretlendiğine dikkat çeken İstanbullular "Bu ağaçları Topçu Kışlası için kesmek istiyorlar" dedi.
 

'Barınma hakkımızla ilgilenmiyorlar'

Kent Hareketleri adına konuşan Ömer Kiriş, kentin toplumun tüm kesimlerinin eşit şekilde gelişmesini gözeterek kullanılması gerektiğini söyledi. Kiriş, "Sağlıklı, doğal ve tarihi değerleri koruyan gelecek nesillere bırakabileceğimiz bir kent istiyoruz. Zorla tahliyelere karşı hukuki güvence ve demokratik katılım olmazsa bu kent hepimizin değil." sözlerini sarf etti.

Gülsuyu, Gülensu Mahallesi'nden Erdoğan Yıldız, 50 yıllık evlerinin yıkılıp, bankalara uzun vadeli borçlara mahkum edilerek TOKİ dairelerini almaya zorladıklarını belirtti: "Dertleri gerçekten bizim sağlıklı evlerde oturarak barınma hakkımızı sağlamak olsaydı, mahallelerimizi imara açar, tapularımızı dağıtırlardı."
'Her iki kişiden birinin evi yıkılacak'

Fener Balat Derneği'nden Çiğdem Şahin, Van depreminin bahane edilerek kentsel dönüşüme meşruiyet kazanmak istediklerini ve İstanbul'un yüzde 50'si yani, her iki kişiden birinin evinin yıkılmak istendiğini ifade etti. Sulukule ve Tarlabaşı'dan sonra kentsel dönüşüm adı altında otel ve turizm merkezi yapmak için şimdi gözlerini Fener Balat'a çevirdiklerini söyleyen Çiğdem, Ayvansaray Tokludede mahallesini de yıkmak için fırsat beklediklerini söyledi.

University College of London şehir planlamacısı Prof.Dr. Yves Cabannes, İstanbul için düşünülen 3. köprü ve kanal projelerine de karşı çıktıklarını dile getirdi. Cabannes, uluslararası dayanışmada İstanbulluların yanında olacaklarını belirterek "Tüm zorla tahliyelere karşı 0 tahliye" demeliyiz dedi.

Beyoğlu İçin Mücadele İnisiyatifi, Tarlabaşı'nın Beyoğlu'ndan kopartılarak devlet eliyle soylulaştırılmak istendiğini, Taksim'i yayalaştırma projesi ile ise insansızlaştırılmaya çalışıldığına dikkat çekti.
 

3. Köprü Yerine Yaşam Platformu'ndan Hayati Can ise İstanbul'un köprüye değil orman, su, toplu ulaşıma ihtiyacı olduğunu belirtti.

Kamusal Sanat Atölyesi de Yörük kültürüne ait ilkel dokuma biçimi olan "çarpana" ile iplere en sıkı düğümü atarak mücadelenin devamlılığı için destek verdi. Bandista da şarkılarıyla eylemde yer aldı.


Sendika.org
Kaynak: Bianet


Derin Google kişisel bilgi avında


 

İnternet devi Google, 1 Mart tarihinden itibaren ‘gizilik politikası’nda yeni bir döneme geçiyor. Bununla ilgili süreci başlatan şirket Google’ın ücretsiz servislerinden yararlanan kullanıcıların yenilenen sözleşmeyi onaylayarak bu hizmetleri kullanması şartını getiriyor.

Burada kullanıcıya herhangi bir seçenek sunmayan şirket, açık bir dille sözleşmeyi kabul etmeyenlerin servisi kullanamayacağını ifade ediyor. Bununla ilgili bildirimlere başlayan Google, hedefini ‘gizlilik politikalarını sadeleştirmek’ olarak açıklıyor. Şirket bu yolla onlarca farklı servisini tek bir sözleşme altında topluyor. Daha önce her bir servis için farklı sözleşme imzalanma karmaşasının ortadan kaldırıldığı belirtiliyor.

Milliyet'in haberine göre, tüm bunlara karşılık bu servisleri kullanmak isteyenlerin online platformda altına imza atarak kabul ettiği şartların detaylarına bakıldığında ‘mahremiyet’ ve ‘bilgi transferi’ ayağındaki maddeler dikkat çekiyor. Toplanan bilgilerin geniş bir alana yayılıyor olması, bu verilerin ne zaman ve nerelerde kullanılacağının açıkça belirtilmemesi pek çok soru işaretini de beraberinde getiriyor. Bu değişikliğin ardından gelen yorumlar başta Amerika ve Avrupa bölgesinde olmak üzere Google’ın kanun koyucu kurumlar ile başının belaya gireceğine işaret ediyor. İçinde Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkenin yerel tarafta bu sözleşmeye karşı alacağı tavır merak konusu.

60 farklı sözleşme tek metinde birleşti

Google’ın ‘arama’ dahil servislerinden herhangi birini kullanıyor olanları bu yeni sözleşme bağlıyor. Şirket gizlilik politikası tarafında 60’a yakın sözleşmeyi birleştirerek tek bir metin altında birleştiriyor,

İşte bu servislerden bazıları...

* e-posta için Gmail
* Online dökümanlar için GDocs
* Video için YouTube
* Harita için Google Maps
* Arkadaşlık için Google Plus
* Online günlük için Blogger
* Anlık sohbet için GTalk
* Tarayıcı tarafında Chrome


CEP’TEN KİMİ ARADIĞIMI NE YAPACAK?
Google yeni dönemde kullanıcının pek çok bilgisini bilgisayara, cep telefonuna, tablet PC’ye otomatik olarak yerleştirdiği programlar yoluyla toplayacak, bunları sunucularında depolayacak ve çeşitli amaçlar için kullanıyor olacak.

Örneğin Google, cep telefonundan kendi servisine erişim sağlayan bir kullanıcının bırakın internette yaptığı arama sorgularını, cep telefonu numarası, çağrı yapan tarafın numarası, yönlendirilen numaralar, çağrıların tarihi ve saati, çağrıların süresi ile SMS bilgileri de kayıt altına alınıp, depolayacak.

‘Çerez’ atıp bilgi çekiyor

Google bilgi toplamak ve depolamak için çeşitli teknolojilerden yararlanıyor. Bu durum şu anlama geliyor: Bilgisayarınıza, telefonunuza minik bir program (çerez, tanımlayıcı) yükleyeceğim ve onun üzerinden sizinle ilgili bilgileri merkeze çekeceğim. Toplanan tüm bu bilgileri kullanma hakkına da sahip olacağım.
Google ayrıca, belirli bir servisteki kişisel bilgileri, diğer Google hizmetlerindeki bilgilerle (kişisel bilgileriniz de dahil) birleştirebileceğini de kullanıcıya kabul ettiriyor.

‘Topluyoruz çünkü...’

Google bu yapıya geçişle birlikte kullanıcıların karşısına onu çok daha yakından tanıyan bir şirket olarak çıkmayı vaat ediyor. Şirket bu yöntemle birlikte arama sonuçlarında, ekrana gelen reklamlarda kullanıcının ilgi alanına göre hızlı sonuç çıkaracağını belirtiyor.

Google konum (bulunulan yer) bilgileri etkin olan bir Google servisi kullanıldığında, mobil cihazın gönderdiği GPS sinyalleri üzerinden bilgi toplayıp, bunları işleyebilecek. Şirket bunun yanı sıra cihazdaki kablosuz erişim noktaları ve baz istasyonları üzerinden de konum bilgisi çekebileceğini belirtiyor.
 

(Dünya Bülteni/ Haber Merkezi)


Zizek'ten hoşlanırım, ama...


 

PROF. DR. ALİ AKAY                   

Slavoj Zizek  bir bakıma hiç kısaltmadan yazan ve konuşan bir filozof; bonkör bir konuşmacı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi amfisinde konuştuğunda  da yine bonkör ve kısaltmadan oradan oraya atlayarak hep aynı mantığın içinde kalarak konuşması eğlendirdi, düşündürdü, güldürdü. Verdiği güncel yaşam örnekleriyle, arkadaşlarından yaptığı alıntılarla birlikte dünyanın küresel kapitalizminin geldiği noktayı vurguladı; en korkunç örneklerden (Dubai’de esir kampları şartlarında çalışan pasaportuna el konulan işçilerden)  politik olarak doğru olmayan ırkçı şakalara (Slavların kendi ülkelerini küçük düşüren şakalar) kadar giden bir çizgide sürdürdü konuşmasını. Hep sevdiği birilerinden söz etti ama her seferinde ona diyalektik bir zıtlık getirmesini bildi: ‘’Onu severim ama ...’, ırkçı bir muhafazakardır, ama....’’

BÜTÜNLÜĞÜN ÇELİŞKİLER TAŞIYAN YANI


Ve bütün bu anlatının mantığına geldiğimizde ise, gerçek saptamalar, ideolojik olan genel geçer söyleme biçimleri, bütünlüğün çelişkiler taşıyan bir yanı, başka diğer yanı bir Janus gibi ikili işleyen Hegel’ci diyalektik kalıyor geriye. Sinemadan çok örnek vererek konuşmasına rağmen, İstanbul’daki konuşmasında pek film örneği vermeden devam etti. Herhalde Nuri Bilge Ceylan’ın ‘’Bir Zamanlar Anadolu’’ filmindeki kazılan mezarların ardındaki büyük kıyım ve vahşet kendisinin daha duymadığı bir olguydu. Psikanaliz üzerine de pek konuşmadı; hâlbuki kendisi psikanalizin Lacan’cı çizgisinin oldukça davetkâr bir izleyicisi ve kuramcısı.
 

Git gide daha az psikanaliz konuşulmakta sanki dünyada? Türkiye’ye çok geç girdi ve devam etmekte olmasına rağmen ve hatta artan bir hızda meraklısı olmasına rağmen İstanbullu genç üniversite öğrencilerinde  bir psikanaliz hissinden çok politik olanın kuvvetli olduğunu duymuştu herhalde? Günümüz kapitalizminde ‘yeni büyümekte olan diye adlandırılan ülkelerde’ psikanalizden daha çok biyo-terapinin, yoganın, yeni spritüalizmin daha yaygın olduğunu düşünüp, psikanaliz için sanki sanayi kapitalizminin olması gerekiyormuşçasına, artık psikanalizden uzaklaşıldığını da bazı yerlerde iddia etmekte; oysa Batı post-endüstriyel kapitalizminin içinde de bu durum oluşmakta. Yıllarca evvel yazdığım bir makalede, Batı toplumlarının git gide geçmişe dönmekten ve geçmiş mazi merakı olmaktan çok daha fazla şimdiki zaman veya gelecek zamana merakın arttığını yazmıştım (Konum-lar, 1991 Bağlam Yay.) Psikanalizde de geçmiş hatıralara ve geride  kalmış bir bilinçdışına olan merakın gittikçe şimdiki zamana gelen ‘blok bellek’ veya bilim-kurgu ve gelecek zaman merakına çevrildiğini iddia etmekteydim. Tarih bugün yeniden yazıldığında, resmi tarih sorgulandığında, yine olan bu değil mi?  Yeni bir güncel tarih anlayışı geçmiş bir resmi tarihin yerine oturtulurken geçmiş bir anı olmaktan çok daha fazla blok halinde şimdiki zamana taşınmakta. Psikanalizin belli bir sosyal formasyona ihtiyacı olduğunu yazmakta sık sık. Ancak Zizek burada ‘kötü bir işareti’ okuyup, görmekte. 

Diğer yandan Felix Guattari  (Felix’i  1990’ların başında İstanbul’a davet ettiğimde-  ne yazık ki, gelmeden bir kaç ay evvel geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetmişti- Türkiye’deki psikanalizin durumunu bana sorup, olumsuz bir cevap aldığında ‘’aman ne iyi’’ diye vurgulamıştı) ve Gilles Deleuze Anti-Oedipe kitabında (1972) o günkü Fransız toplumu ve teorisi içinde Lacan ‘cı psikanaliz ve Levi-Strauss’cu  yapısal antropolojiyle mücadele ettiklerinde, psikanalizin bugünkü Batı dünyasındaki düşüşünü hazırlamaktaydılar. Entelektüel alanda Woody Allen filmleri bile bunun sanki bir devamı gibi okunabilir: Psikanalitik iyileştirme denemelerinin demodeleşmesi ve düşüşü (Zizek buna rağmen boşuna bir çabayla meşhur olarak nitelendirdiği Deleuze’ün düşüncesiyle psikanaliz arasında bir köprü kurmaya çalıştı ve bunun için de 2003’de yayımlanan ‘’Bedensiz Organlar’’ adlı bir kitap yazdı). 

Zizek, kendisinin Deleuze ve Guattari’ci anti-psikiyatri akımı içindeki yerleriyle Lacan’ın konumu arasında bir  arabuluculuk işlevi gördüğünü vurgularken, Lacan’ın Oedipe’e indirgendiğini ve de yasak ile ilişkilendirildiğinden yakınmakta. Lacan’ın ‘Gerçek Kuramı’ adını verdiğiyle Deleuze arasında bir işbirliğin mümkün olduğunu düşünmekte. Oysa Deleuze ve Guattari’nin psikanaliz ile ilişkilerinin ne kadar kopuk olduğunu (psiko değil şizo-analiz), ondan beslenmiş olsalar bile ne kadar eleştirel olduklarını söylememek mümkün değil. Zizek, bunun için, Badiou’nun söylemiş olduğuna yaslanmakta: ‘’Bugün bizim için tek gerçek  aracı kişi Deleuze’dür, ne Barthes, ne Derrida ne de Foucault’dur’’. Bu cümledeki anlamsızlığa değinmeden geçemeyeceğim; Derrida psikanalizle ne kadar ilişkili olarak düşünmekteyse ve de yazmaktaysa (yas, af vb.) Deleuze için de o kadar psikanalizden uzak olduğunu vurgulayabiliriz.  

Yorumbilim üzerine kurulu bir psikanalize karşın ‘’asla yorumlamayınız !’ şiarı Deleuze’e aittir. Foucault’nun ‘’Deliliğin Tarihi’’ndeki yabancılaşma ve delilik (alinéation ve aliené ilişkisi) arasındaki  hocası Jean Hyppolite’den gelen  Hegel’ci bağ ve yorumu Deleuze’de hiç bir zaman bulmak mümkün değildir. Zizek, Negri’nin, Deleuze’ün ‘’denetim toplumu’’ kavramını politik olarak Deleuze’den ödünç almasının sıkıntısını vurgularken, popüler ve vülger bir yaklaşımdan öteye, nedense, gitmemekte? Burada Zizek ‘’Munch’un çığlığını’’ ele alarak, bu çığlığı Deleuze’ün aslında  Büchner’in  Woyzeck’inde bulduğu veya Alban Berg’deki çığlık ile ilgilenmesine rağmen, Zizek  daha da popüler bir örnek almaya kalkarak, Bacon’un kutsal ‘’Papa’’ resimlerindeki çığlığa yaklaştırmaya çalışmakta. Ve orada sıkışıp kalarak, hemen The Mask filminin popüler kültürdeki yerine yaslanmaya kalkmakta. Buna da distorsion adını vermektedir. Bir tür saptırma veya yana kaydırmadır.

GERÇEK VE OLMAYAN AYNI BÜTÜNÜN PARÇASI

Jim Carrey’in oynadığı bu filmde bir maske takarak güçsüzlüğünü güçlü hale sokan karakter aslında plastik bir kişilik olarak  bize sunulmakta, Zizek tarafından. Bu şekilde, kahraman, bedeninden her türlü vaziyeti mümkünleştirmekteyken aynı zamanda bedeninin esiri de olmaktadır: Total kompülsiyonun esiri. ‘’Gerçek’’, Lacan’daki anlamıyla, artık maskenin arkasında değil bizzat maskenin kendisindedir. Ve de, gerçek ve olmayan aynı bütünün parçasıdır. Bu diyalektik ilişkide ikisi de gerçeğin bir parçası olmaya başlamaktadır.

MÜMKÜNSÜZLÜK PSİKANALİZİN DİYALEKTİK PARÇASI

Bize psikanalizin kurucusu Freud’un psikanalizin ne zaman mümkün olabileceğine dair lafını hatırlatarak: ‘’psikanalizin ancak psikanalistlere ihtiyaç kalmadığı bir toplumda gerçekten var olabileceği’’ gerçeğinin altını çizer Zizek. Psikanaliz kuramı sadece mümkünlük şartlarını göstermekle kalmaz aynı zamanda mümkünsüzlük de psikanalizin diyalektik olarak parçasıdır. Ve psikanaliz sadece bir divan değil, aynı zamanda bir düşüncedir: Histeri kuramı ve özdeşleşme Lacan’ın ‘sembolik özdeşleşme’ olarak adlandırdığıdır. Belirli bir ideolojik ortamda bir pozisyon ile özdeşleşmedir. Histeri ise bu özdeşleşmeye karşı bir direnme olarak ele alındığında, ‘ben nesne olarak neyim ?’ sorusu Lacan’ın bu konudaki yaklaşımıdır: ‘‘Eş değilim, kocam da benim efendim değil’’. Yani Zizek’e göre histeri, Foucault’un ‘’insanın doğası tarihidir ve özcü doğa yoktur’’ diye söylemiş olduğu gibi , tarihi bir kavramdır. Toplumsal alandaki sosyal formasyon değişmeye başladığında o zaman histerinin formu da değişmektedir. Mesela, psikanalist Lacan’ın damadı Jacques-Alain Miller’in vurgulamış olduğu gibi,  ‘’borderline’’ histerinin bugünkü ismi olarak okunabilmektedir.

PATALOJİK OLAN BİR SAPMAYA İHTİYAÇ VARDIR

Buradaki sosyolojik okumanın yanında; Zizek, her zaman yaptığı gibi, yine meşhur Hegelci diyalektiğin mantığına yaslanarak, daima bir diyalektik tansiyon olduğunu ve de psikanaliz kuramının sadece bir psikanaliz pratiği değil, aynı zamanda bu pratiğin iflası olduğunu vurgulamakta. Bu diyalektik mantık, Zizek’in fıkralarla anlattığı onca hikâyedeki gerçeğin özetinin bir mantığı gibi durmakta. Hep birbiriyle çelişen ve bu çelişkilerden aşmalarla (Aufebung) ilerleyen bir bütünlük (totalité) kuramı çıkartarak ideolojik bir söylemi yerleştirmek: Hâlbuki ideolojinin kendisinin bir yanılsama olmasına rağmen çelişik olarak ona bağlı olan gerçekle birlikte ele alındığında hep yanılsamayı çıkardığımızda geriye yine gerçek kalmaktadır olarak algılayabileceğimiz, 12. yüzyıla ait skolastik papaz felsefesinin ‘’diyalektik’’ okuması kalmakta: negatif bir diyalektik.  Tıpkı Alain Badiou’nun diyalektiğine yapılan eleştirilerde olduğu gibi, onun ‘teolojik bir olay felsefesi vardır’ veya Marksist diyalektikçi Daniel Bensaid’in olay felsefesi tanrısal bağış veya merhamet  olarak okunmaktadır: Bu da ölüm güdüsüdür.  Ama Zizek için, buradaki teolojide bile, yine de modern bir şey var gibi durmaktadır; o da, psikanalitik distorsion olarak durmaktadır. Patolojik olan bir sapmaya ihtiyaç duyulmaktadır. O bakımdan  Zizek’e göre, bugün de, geçen yüzyılda olduğu kadar teolojik de olsa psikanalize ve diyalektiğe ihtiyaç duyulmaktadır!


Bir Gün


Kılıçdaroğlu: Buna ancak diktatörlükte rastlanır


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Feneri eski savcıları hakkında hapis cezası istemiyle iddianame hazırlanmasını, hukuk adına “büyük ayıp” olarak değerlendirdi.

“İnsanda biraz utanma olması gerekir" diyen Kılıçdaroğlu, “Yasa dışı telefon dinleyenler, yaşa dışı belge düzenleyenler hükümetin koruması altında. Bütün bunlara hiç ses çıkarılmıyor da 3 tane savcıya ‘Niye bu soruşturmayı bu noktaya getirdiniz, delilleri topladınız’ diye, onlar şimdi hapisle yargılanıyor. Yani bunun hukukta yeri yoktur. Bu ancak diktatörlükte rastlanan bir olaydır” dedi.




DENİZ FENERİ DAVASI

Kılıçdaroğlu, CHP Eryaman temsilciliğinin açılışının ardından, parti otobüsünde gazetecilerin sorularını yanıtladı. Kılıçdaroğlu, Deniz Feneri soruşturmasını yürüttükleri sırada, HSYK tarafından görevlerinden alınan üç savcı hakkında hapis cezası istemiyle iddianame hazırlanmasına ilişkin olarak, “Yüzyılın soygunu’ dendi. Almanya’da yargılama yapıldı, bitti, ‘asıl failler Türkiye’de’ dendi. Hükümet faillerin Türkiye’de yargılanmaması için her türlü engeli çıkardı. Savcıların gitmesi, dosyaların gelmesi, büyükelçiliklerle görüşmeler, bütün bunların hepsi yargılama süreci Türkiye’de yapılmasın diye yola çıkıldı” dedi.

SAVCILAR NEDEN GÖREVDEN ALINDI?

Davayla ilgili delillerin gelmesi ve yargılama sürecinin başlamasının ardından savcıların layıkıyla görevlerini yerine getirdiklerini belirten Kılıçdaroğlu, “Sonra bir batık bu savcılar görevlerinden alındılar. Önümüze hiçbir haklı gerekçe konmadı bu konuda. ‘Efendim işte bir mahkeme kararıyla oynanmış, karardaki belli yerler kapatılmış’, iyi de bu öteden beri yargıda süre gelen bir uygulama. Kaldı ki kapatan bir kişi, niye üç kişiyi görevden alıyorsunuz” dedi.

İNSANDA BİRAZ UTANMA OLUR

Geldiğimiz bu noktada savcılar hakkında hapis cezalarıyla yargılanmak üzere iddianame hazırlandığını belirten Kılıçdaroğlu, “İnsanda biraz utanma olur, hukuk adına bu kadar büyük ayıp yapılmaz” dedi. Kılıçdaroğlu şöyle devam etti: “Yasa dışı telefon dinleyenler, yaşa dışı belge düzenleyenler hükümetin koruması altında. Bütün bunlara hiç ses çıkarılmıyor da 3 tane savcıya ‘Niye bu soruşturmayı bu noktaya getirdiniz, delilleri topladınız’ diye, onlar şimdi hapisle yargılanıyor. Yani bunun hukukta yeri yoktur. Bu ancak diktatörlükte rastlanan bir olaydır. Biz de zaten bugünkü yönetime postmodern diktatörlük diyoruz.”

'İSTİHBARAT YABANCI BİR ÜLKEDEN'

Kılıçdaroğlu, Şırnak’ın Uludere ilçesi Ortasu (Roboski) köyünde 34 sivilin öldürülmesiyle ilgili daha önceleri yaptığı gibi katliama sebep olan politikalardan ziyade, saldırı için istihbaratın kimden geldiği tartışmasına devam etti.

Kılıçdaroğlu, istihbaratın yabancı bir ülke tarafından verildiği bilgisini yineledi. Kılıçdaroğlu, “Alınan istihbarat, yabancı kaynaklı olduğu artık yüzde yüz kesin, niçin bir değerlendirmeye tabi tutulmadı ve bu istihbarat niçin yüzde yüz doğru kabul edildi” dedi.

Hükümetin bu istihbaratın hangi kaynaktan geldiğini kamuoyuyla paylaşması gerektiğini belirten Kılıçdaroğlu, ancak bunu yapamayacağını da sözlerine ekledi.


Evrensel-ANKARA


Metrobüste dayak yiyen öğrencilere, dayak atan polisten daha fazla ceza istendi


İstanbul’da ‘Metrobüste dayak’ta karı-koca sivil polisleri dövdükleri gerekçesiyle iki öğrenciye polislerden daha fazla ceza talep edildi. Soruşturma sırasında polis ve İETT’nin kamera görüntülerini vermemek için yazışmaları geciktirdiği, sonra da görüntülerin silindiği ortaya çıktı.

Milliyet gazetesinden Tolga Şardan'ın haberine göre geçen yıl 14 Ekim’de Bakırköy İncirli’deki duraktan metrobüse binen üniversite öğrencileri Özgür Benol ve arkadaşı Mine Sayarı Türkiye’nin adalet sistemini tartışmaya başladı. İddiaya göre, gençler tartışırken, hemen arkalarında bulunan Çorlu Emniyet Müdürlüğü’nde görevli Alperay Çakır ile eşi Oğuk Kağan Çakır, gençlere önce sözle müdahale etti, ardından tartışmanın büyümesi üzerine tekme tokat saldırdı. Benol’un yüzünde yaralar açılırken, Sayarı’nın vücudunda ekimozlar oluştu.

‘Burada sevişmeyin!’

Olayla ilgili olarak Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan iddianame Bakırköy Asliye Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. İddianamede, sivil kadın polis Alperay Çakır’ın öğrencilerin kendisine temas ettiğini ve bundan rahatsız olduğunu söylediği anlatıldı. Çakır’ın, tartışma üzerine, Mine Sayarı’nın saçından tutarak, gençlere “Ahlaksızlar ben burada size sevişmeyin, yiyişmeyin demedim mi, ben polisim” şeklinde hakaret etmesiyle olayların başladığı belirtildi. Çakır’ın Sayarı’ya vurarak, basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek derecede yaralanmasına neden olduğu ve iki genci tehdit ettiği kaydedildi.


Polisleri ‘ağır’ dövmüş

İddianamede, buna karşılık, olayları başlatan kadın polisin çok daha ağır dayak yediği iddiası yer aldı. Alperay Çakır’ın kendisi gibi polis olan eşi Oğuz Kağan Çakır’ın da Mine Sayarı ve Özgür Benol’a vurup iki genci basit tıbbi müdahale ile giderilecek derecede yaraladığı ve tehdit ettiği anlatıldı. Buna karşılık, Mine Sayarı’nın kadın polis Alperay Çakır’a “basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek derecede 1. derecede kırık oluşmasına neden olacak şekilde vurduğu, eşi Oğuz Kağan Çakır’a da basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde vurup tehdit ettiği belirtildi. Olay sırasında yüzünde yaralar oluşan diğer öğrenci Özgür Benol’un da polis Alperay Çakır’ı basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek ve 1. derecede kırık oluşacak şekilde yaraladığı, eşi Oğuz Kağan Çakır’ı ise basit tıbbi müdahale ile giderilecek biçimde yaraladığı iddia edildi.


Polislere az ceza

İddianamede, öğrencilerden Mine Sayarı için 2 yıl 1 aydan 7,5 yıla kadar, Özgür Benol için 1 yıl 9 aydan 5,5 yıla kadar hapis cezası istendi. Kadın polis Alperay Çakır’a 13 aydan 5 yıla kadar, eşi Oğuz Kağan Çakır’a ise 10 aydan 3 yıla kadar hapis cezası talep edildi.


Soruşturma sürecinde ilginç olayların yaşandığı anlaşıldı. Benol’un avukat annesi Gülderen Ertaş, olayla ilgili kamera görüntülerinin getirilmesi için savcılığa başvurdu. Ertaş, dilekçesinde, kayıtlardan polislerin yaralı olup olmadıklarının anlaşılacağını ayrıca tanıkların ifadeleri alınmadan gönderildiklerinin görüleceğini kaydetti. Bakırköy Savcısı Nevin Özkan da olaydan 4 gün sonra verilen dilekçe doğrultusunda, “deliller karartılacak” uyarısını da dikkate alarak, 18 Ekim’de talep yazısı hazırladı. Savcı, zaman kaybetmemek için yazıyı özel kurye ile Zeytinburnu İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdi. Yazıda, metrobüsteki kamera görüntüleri, metrobüsün boşaltıldığı durağı gören işyeri ve MOBESE görüntüleri ve tarafların olaydan sonra getirildikleri Merkezefendi Polis Merkezi’nin kamera görüntüleri talep edildi. İETT Genel Müdürlüğü, talebi olaydan 17 gün, yazıdan 13 gün sonra yanıtladı. Otobüs İşletmesi Dairesi Başkanı Hasan İçen’in imzasını taşıyan yazıda, Hızlı Otobüs İşletme Şube Müdürlüğü’nün kamera görüntülerini 10 gün sakladığı ve sonrasında otomatik olarak sildiği, bu nedenle bu görüntülerin de bulunamadığı bildirildi.

7 gün saklanıyor

Zeytinburnu İlçe Emniyet Müdürlüğü ise 18 Ekim tarihli yazıya 28 Ekim’de yanıt verdi. Yazıda, Merkezefendi Polis Merkezi’nde kurulu bulunan kamera kayıt sistemindeki bilgisayarın ana belleğinin 500 GB olduğu, bu nedenle kayıtların sadece 7 gün saklandığı, daha eski görüntülerin otomatik olarak silindiği belirtildi. Gecikmeli yanıtlar, olayı aydınlatacak görüntülerin hiçbirinin savcılığa ulaşmamasına yol açtı.


Kınama istendi

Karı-koca polislerin karıştığı kavganın basına yansımasının ardından Emniyet Genel Müdürü Mehmet Kılıçlar’ın onayı ile iddialarla ilgili soruşturma başlatıldı. Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı’nca yürütülen soruşturma sonrasında hazırlanan raporda, kadın polis Alperay Çakır için Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğü’ne göre “kınama” cezası talep edildi. Savunmasında, gençleri devlet aleyhine konuştukları için önce ikaz ettiğini ardından tartışmanın kavgayla sonuçlandığını anlatan Çakır’ın dosyası cezanın kesinleşmesi için EGM Disiplin Kurulu’nda görüşülecek.


(SoL-Haber Merkezi)





AKP'den sendikaları bitirme planı


Bugün açıklanması beklenen işkolu istatistikleri sonucunda yüzde 10 sendika barajı düşürülmediği için ülkede bulunan 100 sendikadan sadece 12’si toplu sözleşme yapabilecek. DİSK ise bu adımın karşılık bulmayacağını ve hükümetin kapsamlı saldırı öncesi kafa karışıklığı amaçladığını dile getirdi.

Kıdem tazminatının alınmasını ve esnek çalışmanın yaygınlaşmasını sağlamak isteyen hükümet bu adımından önce, sendikaları köşeye sıkıştırmak istiyor. Bugün açıklanması beklenen ve sendikaları bitirme hareketi olarak yorumlanan işkolu istatistikleri sonucunda DİSK’in toplu sözleşme yapamayacağı iddialarıyla ilgili DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün ile görüştük.

Bugün SGK verilerine göre açıklanması beklenen işkolu istatistikleri sonucunda, sendikaların üye sayıları itibariyle toplu sözleşme yetkileri yeniden düzenlenecek. Yeni açıklanacak verilere göre DİSK’in toplu sözleşme hakkını tamamen yitireceği belirtilirken, DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, bu iddiaların gerçek dışı olduğunu söyleyerek daha kapsamlı bir saldırı geleceğine dikkat çekti.

"Hükümet daha kapsamlı bir saldırı hazırlığında"

Bu adımın hükümetin işçi sınıfına dönük çok daha kapsamlı bir saldırısının işareti olduğunu belirten Görgün, hükümetin bu konuda ileri sürdüğü gerçek dışı iddiaların kafa karıştırmayı ve sendikaları köşeye sıkıştırmayı amaçladığını dile getirdi.


Kıdem tazminatlarına göz diken ve esnek çalıştırmayı yaygınlaştırmak isteyen hükümetin sendikalara dönük saldırı gerçekleştirmesinin son derece doğal olduğunu belirten Görgün, hükümetin DİSK’i toplu sözleşme dışında bırakamayacağını söyledi.

"DİSK 12 Eylül'e de AKP'ye de diz çökmez"

DİSK’in ne 12 Eylül’e ne de AKP’ye diz çökmediğini vurgulayan Görgün, hükümetin böylesi yasa dışı bir adım atması durumunda çok ciddi bir karşılık bulacağını dile getirdi.


DİSK yasa düzenlemesinin ardından Salı gününden itibaren Çalışma Bakanlığı önünde ve tüm yurtta eyleme başlayacak.

“Düzenlemeyle sadece 15 sendika toplu sözleşme yapabilir”

Cumhuriyet gazetesinin bugünkü haberine göre düzenleme sonrası Türk-İş’e bağlı 33 sendikadan sadece 12 sendika toplu iş sözleşmesi hakkını koruyabilecek. Hak-İş ise 11 sendikadan sadece ikisini. 40 bağımsız sendikadan da 1’nin toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi olacakken DİSK’in toplu sözleşme dışı kalacağı belirtiliyor.



(soL - Haber Merkezi)