Slavoj Zizek bir bakıma hiç kısaltmadan yazan ve konuşan bir filozof; bonkör bir konuşmacı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi amfisinde konuştuğunda da yine bonkör ve kısaltmadan oradan oraya atlayarak hep aynı mantığın içinde kalarak konuşması eğlendirdi, düşündürdü, güldürdü. Verdiği güncel yaşam örnekleriyle, arkadaşlarından yaptığı alıntılarla birlikte dünyanın küresel kapitalizminin geldiği noktayı vurguladı; en korkunç örneklerden (Dubai’de esir kampları şartlarında çalışan pasaportuna el konulan işçilerden) politik olarak doğru olmayan ırkçı şakalara (Slavların kendi ülkelerini küçük düşüren şakalar) kadar giden bir çizgide sürdürdü konuşmasını. Hep sevdiği birilerinden söz etti ama her seferinde ona diyalektik bir zıtlık getirmesini bildi: ‘’Onu severim ama ...’, ırkçı bir muhafazakardır, ama....’’
BÜTÜNLÜĞÜN ÇELİŞKİLER TAŞIYAN YANI
Ve bütün bu anlatının mantığına geldiğimizde ise, gerçek saptamalar, ideolojik olan genel geçer söyleme biçimleri, bütünlüğün çelişkiler taşıyan bir yanı, başka diğer yanı bir Janus gibi ikili işleyen Hegel’ci diyalektik kalıyor geriye. Sinemadan çok örnek vererek konuşmasına rağmen, İstanbul’daki konuşmasında pek film örneği vermeden devam etti. Herhalde Nuri Bilge Ceylan’ın ‘’Bir Zamanlar Anadolu’’ filmindeki kazılan mezarların ardındaki büyük kıyım ve vahşet kendisinin daha duymadığı bir olguydu. Psikanaliz üzerine de pek konuşmadı; hâlbuki kendisi psikanalizin Lacan’cı çizgisinin oldukça davetkâr bir izleyicisi ve kuramcısı.
Git gide daha az
psikanaliz konuşulmakta sanki dünyada? Türkiye’ye çok geç girdi ve devam
etmekte olmasına rağmen ve hatta artan bir hızda meraklısı olmasına rağmen
İstanbullu genç üniversite öğrencilerinde bir psikanaliz hissinden çok
politik olanın kuvvetli olduğunu duymuştu herhalde? Günümüz kapitalizminde
‘yeni büyümekte olan diye adlandırılan ülkelerde’ psikanalizden daha çok
biyo-terapinin, yoganın, yeni spritüalizmin daha yaygın olduğunu düşünüp,
psikanaliz için sanki sanayi kapitalizminin olması gerekiyormuşçasına, artık
psikanalizden uzaklaşıldığını da bazı yerlerde iddia etmekte; oysa Batı
post-endüstriyel kapitalizminin içinde de bu durum oluşmakta. Yıllarca evvel
yazdığım bir makalede, Batı toplumlarının git gide geçmişe dönmekten ve geçmiş
mazi merakı olmaktan çok daha fazla şimdiki zaman veya gelecek zamana merakın
arttığını yazmıştım (Konum-lar, 1991 Bağlam Yay.) Psikanalizde de geçmiş
hatıralara ve geride kalmış bir bilinçdışına olan merakın gittikçe
şimdiki zamana gelen ‘blok bellek’ veya bilim-kurgu ve gelecek zaman merakına
çevrildiğini iddia etmekteydim. Tarih bugün yeniden yazıldığında, resmi tarih
sorgulandığında, yine olan bu değil mi? Yeni bir güncel tarih anlayışı
geçmiş bir resmi tarihin yerine oturtulurken geçmiş bir anı olmaktan çok daha
fazla blok halinde şimdiki zamana taşınmakta. Psikanalizin belli bir sosyal
formasyona ihtiyacı olduğunu yazmakta sık sık. Ancak Zizek burada ‘kötü bir
işareti’ okuyup, görmekte.
Diğer yandan Felix
Guattari (Felix’i 1990’ların başında İstanbul’a davet
ettiğimde- ne yazık ki, gelmeden bir kaç ay evvel geçirdiği kalp krizi
sonucunda hayatını kaybetmişti- Türkiye’deki psikanalizin durumunu bana sorup,
olumsuz bir cevap aldığında ‘’aman ne iyi’’ diye vurgulamıştı) ve Gilles
Deleuze Anti-Oedipe kitabında (1972) o günkü Fransız toplumu ve teorisi içinde
Lacan ‘cı psikanaliz ve Levi-Strauss’cu yapısal antropolojiyle mücadele
ettiklerinde, psikanalizin bugünkü Batı dünyasındaki düşüşünü
hazırlamaktaydılar. Entelektüel alanda Woody Allen filmleri bile bunun sanki
bir devamı gibi okunabilir: Psikanalitik iyileştirme denemelerinin
demodeleşmesi ve düşüşü (Zizek buna rağmen boşuna bir çabayla meşhur olarak
nitelendirdiği Deleuze’ün düşüncesiyle psikanaliz arasında bir köprü kurmaya
çalıştı ve bunun için de 2003’de yayımlanan ‘’Bedensiz Organlar’’ adlı bir
kitap yazdı).
Zizek, kendisinin
Deleuze ve Guattari’ci anti-psikiyatri akımı içindeki yerleriyle Lacan’ın
konumu arasında bir arabuluculuk işlevi gördüğünü vurgularken, Lacan’ın
Oedipe’e indirgendiğini ve de yasak ile ilişkilendirildiğinden yakınmakta.
Lacan’ın ‘Gerçek Kuramı’ adını verdiğiyle Deleuze arasında bir işbirliğin
mümkün olduğunu düşünmekte. Oysa Deleuze ve Guattari’nin psikanaliz ile
ilişkilerinin ne kadar kopuk olduğunu (psiko değil şizo-analiz), ondan
beslenmiş olsalar bile ne kadar eleştirel olduklarını söylememek mümkün değil.
Zizek, bunun için, Badiou’nun söylemiş olduğuna yaslanmakta: ‘’Bugün bizim için
tek gerçek aracı kişi Deleuze’dür, ne Barthes, ne Derrida ne de Foucault’dur’’.
Bu cümledeki anlamsızlığa değinmeden geçemeyeceğim; Derrida psikanalizle ne
kadar ilişkili olarak düşünmekteyse ve de yazmaktaysa (yas, af vb.) Deleuze
için de o kadar psikanalizden uzak olduğunu vurgulayabiliriz.
Yorumbilim üzerine
kurulu bir psikanalize karşın ‘’asla yorumlamayınız !’ şiarı Deleuze’e aittir.
Foucault’nun ‘’Deliliğin Tarihi’’ndeki yabancılaşma ve delilik (alinéation ve
aliené ilişkisi) arasındaki hocası Jean Hyppolite’den gelen
Hegel’ci bağ ve yorumu Deleuze’de hiç bir zaman bulmak mümkün değildir. Zizek,
Negri’nin, Deleuze’ün ‘’denetim toplumu’’ kavramını politik olarak Deleuze’den
ödünç almasının sıkıntısını vurgularken, popüler ve vülger bir yaklaşımdan
öteye, nedense, gitmemekte? Burada Zizek ‘’Munch’un çığlığını’’ ele alarak, bu
çığlığı Deleuze’ün aslında Büchner’in Woyzeck’inde bulduğu veya
Alban Berg’deki çığlık ile ilgilenmesine rağmen, Zizek daha da popüler
bir örnek almaya kalkarak, Bacon’un kutsal ‘’Papa’’ resimlerindeki çığlığa
yaklaştırmaya çalışmakta. Ve orada sıkışıp kalarak, hemen The Mask filminin
popüler kültürdeki yerine yaslanmaya kalkmakta. Buna da distorsion adını
vermektedir. Bir tür saptırma veya yana kaydırmadır.
GERÇEK VE OLMAYAN AYNI BÜTÜNÜN PARÇASI
GERÇEK VE OLMAYAN AYNI BÜTÜNÜN PARÇASI
Jim Carrey’in oynadığı bu filmde bir maske takarak güçsüzlüğünü güçlü hale sokan karakter aslında plastik bir kişilik olarak bize sunulmakta, Zizek tarafından. Bu şekilde, kahraman, bedeninden her türlü vaziyeti mümkünleştirmekteyken aynı zamanda bedeninin esiri de olmaktadır: Total kompülsiyonun esiri. ‘’Gerçek’’, Lacan’daki anlamıyla, artık maskenin arkasında değil bizzat maskenin kendisindedir. Ve de, gerçek ve olmayan aynı bütünün parçasıdır. Bu diyalektik ilişkide ikisi de gerçeğin bir parçası olmaya başlamaktadır.
MÜMKÜNSÜZLÜK PSİKANALİZİN DİYALEKTİK PARÇASI
Bize psikanalizin kurucusu Freud’un psikanalizin ne zaman mümkün olabileceğine dair lafını hatırlatarak: ‘’psikanalizin ancak psikanalistlere ihtiyaç kalmadığı bir toplumda gerçekten var olabileceği’’ gerçeğinin altını çizer Zizek. Psikanaliz kuramı sadece mümkünlük şartlarını göstermekle kalmaz aynı zamanda mümkünsüzlük de psikanalizin diyalektik olarak parçasıdır. Ve psikanaliz sadece bir divan değil, aynı zamanda bir düşüncedir: Histeri kuramı ve özdeşleşme Lacan’ın ‘sembolik özdeşleşme’ olarak adlandırdığıdır. Belirli bir ideolojik ortamda bir pozisyon ile özdeşleşmedir. Histeri ise bu özdeşleşmeye karşı bir direnme olarak ele alındığında, ‘ben nesne olarak neyim ?’ sorusu Lacan’ın bu konudaki yaklaşımıdır: ‘‘Eş değilim, kocam da benim efendim değil’’. Yani Zizek’e göre histeri, Foucault’un ‘’insanın doğası tarihidir ve özcü doğa yoktur’’ diye söylemiş olduğu gibi , tarihi bir kavramdır. Toplumsal alandaki sosyal formasyon değişmeye başladığında o zaman histerinin formu da değişmektedir. Mesela, psikanalist Lacan’ın damadı Jacques-Alain Miller’in vurgulamış olduğu gibi, ‘’borderline’’ histerinin bugünkü ismi olarak okunabilmektedir.
PATALOJİK OLAN BİR SAPMAYA İHTİYAÇ VARDIR
Buradaki sosyolojik okumanın yanında; Zizek, her zaman yaptığı gibi, yine meşhur Hegelci diyalektiğin mantığına yaslanarak, daima bir diyalektik tansiyon olduğunu ve de psikanaliz kuramının sadece bir psikanaliz pratiği değil, aynı zamanda bu pratiğin iflası olduğunu vurgulamakta. Bu diyalektik mantık, Zizek’in fıkralarla anlattığı onca hikâyedeki gerçeğin özetinin bir mantığı gibi durmakta. Hep birbiriyle çelişen ve bu çelişkilerden aşmalarla (Aufebung) ilerleyen bir bütünlük (totalité) kuramı çıkartarak ideolojik bir söylemi yerleştirmek: Hâlbuki ideolojinin kendisinin bir yanılsama olmasına rağmen çelişik olarak ona bağlı olan gerçekle birlikte ele alındığında hep yanılsamayı çıkardığımızda geriye yine gerçek kalmaktadır olarak algılayabileceğimiz, 12. yüzyıla ait skolastik papaz felsefesinin ‘’diyalektik’’ okuması kalmakta: negatif bir diyalektik. Tıpkı Alain Badiou’nun diyalektiğine yapılan eleştirilerde olduğu gibi, onun ‘teolojik bir olay felsefesi vardır’ veya Marksist diyalektikçi Daniel Bensaid’in olay felsefesi tanrısal bağış veya merhamet olarak okunmaktadır: Bu da ölüm güdüsüdür. Ama Zizek için, buradaki teolojide bile, yine de modern bir şey var gibi durmaktadır; o da, psikanalitik distorsion olarak durmaktadır. Patolojik olan bir sapmaya ihtiyaç duyulmaktadır. O bakımdan Zizek’e göre, bugün de, geçen yüzyılda olduğu kadar teolojik de olsa psikanalize ve diyalektiğe ihtiyaç duyulmaktadır!
Bir Gün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder