Medya


"Halka yalan söylemek suçtur!"

02/10/2012

soL Gazetesi,1 Ekim'de yayın hayatına başladı.Türkiye'nin dört tarafındaki bayilere ulaşan gazete,kısa sürede yoğun bir ilgiyle karşılandı.soL, Türkiye'ye sevinç ve heyecan yaratarak "merhaba"dedi.


Ana akım medyanın karşısında,halkın yanı başında duran soL,gazetenin ve gazeteciliğin yeniden tanımını yaparak okurlarına "gazete dediğin sol gibi olmalıdır." dedirtebilmiş ve daha ilk günden büyük bir okur kitlesi kazanmıştır.Gazetenin ilkelerini,cesaretini ve dürüstlüğünü "Halka yalan söylemek suçtur!" diyerek haykırmış ve Türkiye medyasında büyük bir boşluğu doldurarak önemli bir yer kazanmıştır.



Gazete ilkeli olmalı

Bir dediği bir dediğini tutmayan, rüzgârın estiği yöne göre tutum alan, iktidar ve otorite sahiplerine şirin gözükmek için takla atıp duran gazete haber vermez, nabza göre şerbet verir. Şerbet dağıtmak için değil, gazete çıkarmak için kolları sıvadık, ilkeli olmak zorundayız. Evet, soL’un ilkeleri var. soL’un ilkeleri olduğundan, gazetenin kapısından liboşu, ırkçısı, yobazı giremez, gazetenin sayfalarında halkın çıkarlarına aykırı tek bir sözcük kendine yer bulamaz. soL’un ilkeleri halkın ihtiyaçlarıdır.


Gazete cesur olmalı

“Gazeteciysen korkmayacaksın, korkuyorsan gazeteciyim demeyeceksin”! Zorbalığın, haksızlıkların karşısında boyun eğmemenin yolu içi boş kabadayılıktan, iktidarın belden aşağı yöntemlerini taklit etmekten geçmez. Ne olursa olsun vazgeçmeyeceğin değerlere sahip olduğunu bilmek, bunu göstermek, o değerlerin arkasında durmaktır asıl önemlisi. Gazete gerçeği arar. İyi gazete, gerçeklerden korkmayan gazetedir. Bilinsin ki, soL gerçeğin peşinde cesaretle koşacak, gazeteciliğin onuru olacaktır.

Gazete yalan söylememeli

Yalan, bilerek doğrudan uzak durmaktır. Bugün gazeteler, televizyonlar aralıksız yalan yazıyor, yalan söylüyor. Yalandan bıkan, halka doğruları anlatmak isteyen gazeteciler susturuluyor. soL’un susmaya hiç niyeti yok. soL susmayacak, doğruları konuşacak. Yanlış yaptığında, özür dilemesini bilecek.



Gazete şişirmemeli

Pireyi deve yapmak da bir tür yalancılıktır. Emeğin sesi olmak, bu kirli düzeni teşhir etmek için abartıya, yaygaracılığa hiç gerek yok. ŞOK ŞOK ŞOK haberciliği, insanları zorbalığa, haksızlığa, savaşa, iş cinayetlerine, kadınlara karşı şiddete, işten çıkarmalara, yolsuzluklara, doğanın tahrip edilmesine alıştırıyor. Bunlara alışılmaması, kanıksanmaması için çıkan soL, yaygaracı bir gazete olmayacak ama gerçekleri olanca sıcaklığıyla sunmayı bilecek, adaletsiz bir dünyaya olan öfke ve nefretini gizlemeye hiç çalışmayacak.


Gazete hakarete yeltenmemeli

soL dik duracak, ilkelerinden ödün vermeyecek, gerçeği ara- maktan asla vazgeçmeyecek. Ama hiçbir biçimde, halkın tepkisini en fazla çekenler dahil olmak üzere, insanlara hakaret etmeyecek, onları aşağılamayacak, aciz duruma düşenleri alaya almayacak. Halkla dalga geçmeye kalkanları, işçisini, köylüsünü, öğrencisini küfürle susturmaya yeltenenleri de hiç af- fetmeyecek. Onlara karşı en büyük silah olarak gerçeğin ta kendisini kullanacak. Hiciv, taşlama gibi etkili ve bu coğrafyada yer edinmiş sanatsal ifade biçimlerinden de yararlanacak. Düzeysizlik ve bayağılığa ise hiç prim vermeyecek.


Gazete dedikoduya itibar etmemeli

Gazetecilikte dedikodu, gerçekten uzak durmanın bir yoludur. Haberin yerini dedikodu aldığında, anlayın ki, gazete gerçeği kendi imal etmeye karar vermiş. İyi bir gazete olasılıkları, duyumları, iddiaları gerçeğe dönüştürmez, birer olasılık, duyum ve iddia olarak sunar. Fısıltı gazetesinden gazete manşeti çıkarmaz, masa başı öykülerini “uzman görüşü”, “yetkililerin açıklaması” diye yutturmaz. soL iyi bir gazete olma iddiası taşıyor. Bu nedenle soL’da dedikoduya, vıdıvıdıya yer yok.



(gazete.sol.org.tr)

Egemen medya Suriye yalanlarına devam ediyor

26/03/2012

Ana akım medya, yetkili makamlarca doğrulanmamış olayları manşetlere taşıyarak Suriye konusunda kara propaganda yapıyor.

Suriyeli bir pilotun Halep'teki bir güvenlik binasını bombaladıktan sonra Türkiye'ye sığındığı iddiası birkaç gündür manşetlerden düşmedi.

Şanlıurfa’da bir Suriye helikopterinin düştüğü iddiası da basında geniş yankı buldu.

Ancak her iki haber de resmi makamlarca doğrulanmış değil. Ana akım medya her iki olayı da birer “iddia” olarak vermek yerine gerçekmiş gibi yansıtmayı seçti. Yetkililerce doğrulanmamış bu iddialar pek çok gazetede manşetleri süsledi, birçok ana haber bülteninde ilk haber olarak verildi.

Suriye yalanlasa da…


El Arabiya gazetesine göre birkaç gün önce, Şam'da gösteri yapan Esad muhaliflerinin üzerine ateş açmayı reddeden bir savaş uçağı pilotu, Halep'teki bir askeri güvenlik binasını bombalayıp cephanesini tüketerek Türkiye'ye sığınmıştı.
Suriye Ulusal Konseyi (SUK) de olayı doğrulayarak pilotun Türkiye sınırını geçmeyi başardığını iddia etmişti. SUK, Esad yönetiminin ordunun kontrolünü sağlamakta zorlandığını savunmuştu. SUK'un iddiasına göre, başkanlık sarayına yapılacak bir saldırıdan korkan ordu, savaş uçaklarını bölgeye mühimmatsız göndermişti.

Suriye'nin resmi haber ajansı SANA ise konuyla ilgili Suriyeli bir devlet yetkilisinin açıklamalarını yayımladı. Yetkili, El Arabiya'nın yaptığı haberi "tamamen asılsız" olarak nitelendirirken, "El Arabiya gibi kanlı terörizmin kanallarının bu tip yalan haber yayınlaması Suriye'ye dönük saldırgan politikalarının çökmesinden kaynaklanmaktadır" denildi.

Türkiye’deki pek çok gazete ve kanal, haberlerinde resmi haber ajansı SANA tarafından aktarılan açıklamaya yer vermedi. Medya, yine yalnızca Suriyeli muhaliflerin açıklamalarına dayanarak haber yapmayı seçti.

Olayı Zaman “Suriye'de ordudan ayrılan pilot askeri birliği bombaladı”, Yeni Şafak “Suriyeli pilot helikopteriyle geldi”, Hürriyet "Pilot, askeri binayı bombaladı, Türkiye'ye sığındı", Milliyet, “Suriyeli pilot hedefleri vurup Türkiye’ye kaçtı” gibi başlıklarla haberleştirdi. Hatta Milliyet, Suriye’deki isyanda yeni bir sayfa açılıyor olabileceği yorumunu yaptı.

Türkiye yalanlasa da…

Dün de Suriye’ye ait bir askeri helikopterin, Şanlıurfa’nın Birecik İlçesi yakınlarında düştüğü iddia edildi. İddia üzerine güvenlik birimleri arama çalışmalarına başladı, ancak herhangi bir ize rastlanmadı.


Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Selçuk Ünal, şu ana kadar Suriye’den Türkiye'ye herhangi bir hava aracının geçiş yapmadığını söyledi.

Ünal yaptığı açıklamada, yalnızca bir Suriye uçağının Şanlıurfa’da düştüğü iddiasının değil, ordudan ayrılan bir pilotun Halep'te bazı güvenlik merkezlerini bombaladıktan sonra uçağıyla Türkiye'ye iniş yaptığına dair iddiaların da asılsız olduğunu vurguladı.

Türkiye’den resmi bir açıklama gelmesiyle bazı gazeteler haberlerini güncelleyerek olayın bir “iddia” olduğunu ifade ettiler. İddialar Dışişleri Bakanlığı tarafından yalanlansa da medya her iki haberi de sıkça servis etmekten vazgeçmedi.

Ana akım medya yaptığı Suriye haberleriyle olası bir dış müdahaleye meşruiyet sağlamaya çalışmaya devam ediyor. Medya, Suriye konusunda gözü kapalı propaganda yapmayı sürdürüyor.


(soL - Haber Merkezi



Yeni bir hayat mı yine bir aldatmaca mı?


26/02/2012

Star Tv’de yayınlanacak olan “Yeni Bir Hayat” adlı yarışma programının hazırlıkları tüm tepkilere rağmen devam ediyor. Katılımcıların, verdikleri kilolar oranında başarılı sayıldığı programın, fiziksel ve psikolojik açıdan ağır sonuçları olacağı belirtiliyor.

değişime hazır olun25 ülkede uzun süredir yayınlanmakta olan “The Biggest Loser” adlı yarışma programı, Mart başından itibaren Türkiye'de de yayımlanacak. “Kaybetmeye Değer” adıyla yayımlanacağı duyurulan programın adı, “Yeni bir Hayat” olarak değiştirildi. “Obezite sorununun nasıl kolaylıkla çözülür olduğunun kanıtı” olarak sunulan program, başta Obezite ile Mücadele Derneği (OMDER) olmak üzere geniş bir kesimin tepkisini çekmiş durumda.

OMDER’in ilgili kurumları “The Biggest Loser Uyarı ve Durum Tespiti” başlıklı yazıyla resmi olarak uyarmasına rağmen, sadece adı değiştirilerek hazırlıkları sürdürülen yarışmayı Ebru Akel sunacak. Eleme usulü ile haftalarca süren yarışma programları konusunda oldukça deneyimli olan Akel, daha önce “Sihirli Ayna”, “Ben Evleniyorum”, “Biz Evleniyoruz”, “İkinci Bahar”, “Gelinim Olur musun?”, “Size Anne Diyebilir miyim?”, “Hayaller Gerçek Oluyor” ve “Profesyonel” gibi yarışma programlarını sunmuştu.

Ebru Akel programın amacını şu şekilde açıklıyor: “Çocuğuyla oyun oynayamayan, gelinliğin kendisine yakışmayacağı söylenen, kız arkadaş edinemeyen ya da bir özrü varmış gibi davranılan her yarışmacının hikayeleriyle ve kendilerine göre yaşadıkları zor hayat koşullarının sadece sağlığı değil, sosyal hayatı da ne kadar zor hale getirdiğini gözler önüne serecek” 2005’de Kanal D’de “Size Anne Diyebilir miyim?” adlı yarışmayı sekiz buçuk saat canlı olarak sunan Akel, görünen o ki bu yarışmada da çekilen zorlukları ortaya dökmek için elinden geleni ardına koymayacak.

OMDER neden karşı çıkıyor?

Yarışma programının tüm akılcı çözüm girişimlerinin bir alternatifi olarak gösterilmesi cüretine tepki gösteren OMDER, amacın yüksek reting yakalamak olduğunu savunuyor. Benzer programların daha önce de yapıldığını vurgulayan OMDER açıklamasında, “ Bu ve buna benzer, insan odaklı, fakat hiçbir zaman saygın olamayacak kişiliksiz yaklaşımlarla, bazen türkü yarışmaları, bazen dans veya yetenek yarışmaları organize ederek, temeli biraz da şaklabanlığa, başkalarını eğlendirmeye dayanan, kendince akıllı ama insanlıkta daha pişmemiş kimselerle karşı karşıyayız” ifadesine yer veriliyor.


Yarışmacıların para kazanma yolunda tamamen birer araç olarak görülmelerine ve yarışmacıların sırtından para kazanılmasına sert tepki gösterilen açıklamada, programın ABD versiyonundaki yarışmacıların ibretlik hikayelerine de yer veriliyor.

Yarışmadan sonra eskiye dönüş

Yarışmanın ABD versiyonunda sezon finalisti olan Kai Hibbard, yarışmacılara konulan konuşma yasağına rağmen programla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunarak amacın katılımcıların sağlığından çok reting olduğunu gözler önüne sermiş. Yarışmada 53 kilo veren Kibbard, sonrasında daha fazla kilo alarak “eski günleri”ne dönmüş.

Programda baskı altında olduklarını kaydeden Kibbard, egzersizlerde yaralanan çok kişi olduğunu, canlı yayın esnasında kiloların açıklanmasının zayıflayamayanlar üzerinde psikolojik bir baskı oluşturduğunu belirtiyor. “Bu aldatmacanın devamını sağladığı için” utanç duyduğunu söyleyen Kibbard, birçok yarışmacının kendisi ile aynı fikirde olmasına rağmen konuşamayacaklarını da ekliyor. Saçları dökülen, uyumayıp sürekli spor salonuna giden Kibbard, yarışmacılar için özel olarak hazırlanan yiyeceklerle beslenmiş.

En çok kaybedip en çok kazanan olmak

Yarışmanın NBC’deki versiyonunda finalist olan Eric Chopin’in hikayesi de Kai Kibbard’ın hikayesine benziyor. Yarışma süresince 97 kilo veren Chopin, yarışma biter bitmez hızla kilo almaya başlamış ve verdiği kiloları bir buçuk yıl içinde geri almış. İmzaladığı sözleşmeden ötürü yaşadıklarını uzun süre anlatamayan Chopin’in hayatı yarışmadan sonra alt üst olmuş.


Yine aynı yarışmada sezon birincisi olan Ryan Benson, 55 kilo kaybedip daha sonra verdiğinden daha fazla kilo almış. Yarışmayı kazanmayı çok istediğini söyleyen Benson, final tartımından önceki 10 gün boyunca tek damla yemek yememiş. Suyun içine limon koyup, taze sıkılmış limon suyu, bitki şurubu ve acı biber tüketen Benson, finalden önceki 24 saat boyunca katı – sıvı hiçbir şey tüketmemiş. Bu da Benson’un son 24 saat içinde tahminen dört – beş buçuk litre su kaybı yaşamasına yol açmış. Final tartımına kadar idrarından kan gelmeye başladığını kaydeden Benson, yarışmanın üzerinde beş gün geçtikten sonra 14 buçuk kiloyu geri almış.

Amaç obezite ile mücadele değil

Katılımcıların psikolojik ve fiziksel sağlıklarını eğlence konusu haline dönüştüren yarışma, her türlü bilimsel veriyi ve insani değeri hiçe sayarak Mart başından itibaren yayımlanmaya başlayacak. Obezitenin nedenlerini, gerçekçi çözüm yollarını tartışmayı perdeleme işlevi görecek olan yarışma programı, yukarıda ortaya konan örneklerin Türkiye versiyonlarını üretecek. Evlilik, yetenek programlarının ardından her türlü teşhircilikle bir de obezite eğlence konusu haline dönüştürülecek.



(soL – Haber Merkezi)




Facebook : İlişkileri metalaştırmanın adı


05/02/2012


Facebook ve benzeri servisler ilişki ağlarına tüm verileri tutarak satıcılar için potansiyel müşteri ağını tüm detayları ile elinde tutuyor. Bu şirketlerin değeri de tuttukları bu küresel bilgiden ve bilgiyi işleme becerilerinden kaynaklanıyor.

Facebook sosyal ağ servisi bundan sekiz sene önce 2004'de başladı ve şu an 845 milyon kullanıcısı var. Çarşamba günü Facebook hisseleri halka açılacak, şirketin 75 ile 100 milyar dolar arasında değere kavuşması bekleniyor.

İnsanları birleştiren bir sosyal ağ olarak yola koyulan Facebook'a kullanıcılar kimlik bilgilerini, arkadaşlarını, fotoğraflarını, konuşmalarını, videolarını, sevdikleri nesnelerin bilgisini girerek kendi elleri ile devasa küresel bir veritabanı yaratmış oldular. Facebook merkezinde, sunumculara ise bu verilerin işlenmesi, saklanması, gerekli çıkarımların yapılması gibi görevler kaldı. Tabi ki bir yandan da kullanıcıları sistemde tutacak ve yenilerini çekecek yeni uygulamalar yapıldı. Facebook'un tasarlayıcıları her zaman için insanların sürü psikolojisinde davrandığı tezi üzerinden hareket ettiler; yani birbirlerini taklit ettiklerini ve birbirlerinden çok farklı kararlar almadıkları varsayımına sahiptiler.

Facebook direkt Facebook'a üye olan kullanıcıların Facebook'daki aktivitelerinin bilgisini saklamak ile de yetinmedi, İnternet üzerindeki bir çok servise kimlik belirleme hizmeti sunarak onların başka servisler üzerindeki aktivitelerini de saklayabilir oldular. İnternet'te herhangi bir sitede karşımıza çıkan “beğen” ve “tavsiye et” düğmeleri ile de Facebook bizi Facebook dışında da takip edebiliyor ve kaydedebiliyor oldu.

Facebook'un “piyasa” değeri bu şekilde devasa bir kişi ve ilişkiler veritabanı olmasından kaynaklanıyor. Facebook'un reklam pazarındaki geleceğini fark eden aralarında Coca-Cola, Blockbuster, Verizon, Sony Pictures'ın olduğu 12 küresel marka 2007 Kasım'ında Facebook yönetiminde yer almışlardı bile.

Kasım 2010'da Facebook, kullanıcı bilgilerini bazı yöneticilerinin 3. kişi ve sitelere sattığını itiraf etmişti. O zaman hayretle ve ayıpla karşılanan gelişme bugün kimseyi hayrete düşürmüyor.

Diğer tüm sosyal ağlar ve kullanıcı bazlı hizmet veren dev İnternet servisleri gibi Facebook da aynı zamanda devasa bir istihbarat kaynağı. İnsanların sadece kendi bilgilerini değil ilişkilerini de girdikleri, ilişkileri ile olan iletişimlerinin kaydedildiği bir veritabanı.

Gizlilik, özgürlük, seçenekler...

Eskiden bilgisayarın kendisinden alınan servisler artık internette çoğu da okyanus ötesi olan sitelerden alınıyor. Bilgisayarın kontrolü kullanıcının elindeyken bu sosyal ağ servislerinin kontrolü kullanıcının elinde değil. Facebook özelinde sıralanan bir çok özellik İnternet üzerinde servis sunan Twitter, Google ve benzerleri için de geçerli. Kullanıcılar gerçekten de komşuluk ilişkilerine bakarak bu servislere belli bir güvenle adım atıyorlar; nadiren gizlilik politikalarını okuyorlar. Servisler için bir ücret talep edilmemesi de ilk adımı atmayı kolaylaştırıyor.


Kullancılar servisler üzerinde çeşitli seçenekleri işaretleyerek tercihlerde bulunabiliyorlar ancak servislerin sağlandığı yerden gerçekten bu direktifler doğrultusunda davranılması gerektirmiyor. Kullanıcıya o şekilde gösterilmesi yeterli, çünkü kullanıcının kontol etmesinin imkanı yok. Dolayısıyla kullanıcının istekleri sistemin ona gösterilecek görüntüsünü belirliyor, kendisini değil.



(SoL-Haber Merkezi)




medyanın etkisi resimleriReyting manipülasyonu: İzleyiciyi kim ölçmek ister?


22.12.11
Birgün


Reytinglerde manipülasyon yapıldığı gerekçesiyle geçtiğimiz hafta çeşitli yapım şirketlerinde aramalar yapıldı, soruşturmalar açıldı. Yeni bir olay değil, daha önce de tanık olmuştuk. İzleyici ölçümlerinde manipülasyon, evlerinde ölçüm cihazı bulunan ailelerin gizli yollardan tespit edilip, bu ailelere verilen rüşvetle kendi kanallarını/programlarını izletmekle oluyor. Peki neden yapılıyor bu manipülasyon? Kanallar reklam pastasından daha çok pay alsın, hem kanallar hem yapım şirketleri daha çok para kazansın diye. Çünkü ne kadar çok izlenmiş gözükürse, kanalın o programı reklam verene daha pahalıya pazarlama imkanı doğuyor. Bu arada, yapımcı şirket de kanaldan daha fazla para talep edebiliyor. O halde izlenme oranları sadece izleyicinin beğenisini göstermekten çok daha öte bir değer taşıyor.



Reklam payları milyon liralarla ifade edilmeye başladığından, son birkaç gündür konuşulanlar yukarıda andığımız anlamda sadece manipülasyon değil, manipülasyonun nasıl ve neden şu anda ortaya çıktığı ve cemaat medyasının neden bu olaya bu kadar geniş yer ayırdığı. Son haberlerden anlaşılan o ki, Türkiye’de bu durum, medya, iktidar, çeşitli cemaatler ve sermaye bağlantılı olarak oldukça karışık bir halde. Cemaate yakınlığıyla bilinen Yeni Şafak Gazetesinin sahibi Ahmet Albayrak, Gazetenin 16.12.2011 tarihli sayısında manşetten görülen haberde, AGB’nin, müstehcen yayınları sıralamalarda başa geçirdiği, bu nedenle Türk aile yapısına aykırı içeriği izleyicinin değil AGB’nin istediği iddia ediliyor. Yani Yeni Şafak’a göre bu çarpık reyting ölçüm sistemi, izleyicinin gerçek tercihlerini ortaya çıkarmadığı için değişmeli! Ancak Pazar günkü BirGün Gazetesi’nin haberine göre de Ahmet Albayrak çeşitli konuşmalarında, ‘reyting işine (!)’ girmeleri gerektiğini belirtiyor. Bu durumda asıl sorunun sistemin çarpıklığı olmadığı, ‘manipülasyonun üzerinden manipülasyon mı yapıldığı?’ sorusu akıllara geliyor.



Oysa reyting denen şey özünde daha başından çarpık bir sistemin sağlamasıdır. Tabii bu çarpıklık, kamu yayıncılığı sistemi içerisinde değerlendirildiğinde böyle. Yoksa vahşi ve tekelci kapitalist sistem içerisinde son derece tutarlıdır. Ortada ‘al gülüm ver gülüm’ şeklinde de özetlenebilecek, kanal ve reklam verenler arasında oluşmuş bir saadet zinciri söz konusudur. Burada izleyici her ne kadar en temel, en belirleyici, hatta ‘baş tacı’ konumda gibi gözükse de esasında sadece kendisi üzerinden bu zincirin meşrulaştırıldığı bir aracı konumundadır. Çünkü izleyicinin beğenileri, talepleri vs.nin önemi yoktur. Önemli olan dikkati bir şekilde içeriğe çekilen izleyicinin sayısıdır.



Tecimsel yayıncılıkta tek gerçek olan kâr maksimizasyonu, kanalları ve yapım şirketlerini en çok hangi içerikten para kazanacaklarsa o içeriğe doğru yönlendirmektedir. Tecimsel yayıncılık bu amaçla nüfusun; en çok televizyon izleyen, beğeni düzeyi göreli düşük ve dolayısıyla en geniş kesimini  hedef almaktadır. Bu izleyiciyi en kolay yoldan ve en uzun süre elde tutmanın yani izleyici oranını artırmanın evrensel yolları ise açıktır: Sansasyonel yayıncılık, şiddet ve pornografik içerik ve sonsuz, doyumsuz bir eğlence anlayışı. Yani aslında televizyon izleyicisinin bir programı beğenip beğenmemesinin önemi yoktur. Önemli olan bu izleyicinin reklam verenler için anlamıdır. Hedef kitle, reklam verenin talep yaratmak istediği ürüne yönelmiyorsa, programın ya da içeriğin bir önemi de kalmaz. Programlar ise burada izleyicinin tutulması için sadece bir yemdir. İçerik de üç aşağı beş yukarı aynıdır. Temel amaç karlılık olduğundan, programlar da özel mülkiyet ve tüketim esasına dayalı bir sistemin sürekli yeniden üretilmesine katkıda bulunurlar.
Tekelci kapitalist sistemde medya, izleyicilerini tıpkı bir meta gibi reklamverenlere pazarlar. Yani reklam verenler izleyiciyi satın alır. Burada medyaya düşen görev ise bu pazarlıkta mümkün olan en çok izleyiciyi elinde tutmak, yani dikkatini ürünlere ve hizmetlere çekmektir. Medya kuruluşları bu amaçla izleyiciyi çekecek programlar yapmak için birbirleriyle yarışırlar. Burada artık içerikteki kalite de önemsizleşir. Örneğin bu amaçla sınırsız, sorumsuz ve doymak bitmeyen bir eğlenceye boğulan, buna şartlandırılan kitleler için Acun gibi yapımcılar, daha önce izleyici önünde sınavdan geçmiş, yani tutmuş, hazır formatları izleyicinin önüne getirir. Tecimsel yayıncılık anlayışının bu mantık çerçevesinde en ufak bir risk almaya, farklıyı aramaya bile tahammülü yoktur. Ya daha önce denenmiş ve tutmuş formatlara yönelinir ya da yukarıda anılan, her daim izleyici çeken içerikler tekrar edilir. Bu formatlar ve içerikler, diğer kanallar tarafından ise sadece taklit edilmekle yetinilir.



Böyle olunca mevcut sistemde içeriğin çeşitliliğinden, çokluktan bahsetmek de tamamen bir aldatmacadır. Çünkü olan sadece benzer içeriği üreten kanal sayısındaki çokluktur. Televizyon kanallarının logolarını kapatırsanız içeriğin birbirlerinden pek bir farkı olmadığı açıktır. Tarzları farklı olabilir ama özleri aynıdır. Bunun nedeni ise medyanın monopolistik yapısı ve bunun arkasındaki çıkarlarının birleşmesidir.



Medya burada reyting verilerine bakarak, izleyicinin istediği türde programları yapıyormuş gibi gözükse de aslında talebi belirleyen içerik sunucular, yani medyanın kendisidir. Çünkü sundukları içerik ile talebi yönlendirmektedir. Ancak medya profesyonelleri, kar sağladıkları bu içeriği ve bu yayıncılık anlayışını meşrulaştırmak için, sonuçtan nedene gitmeyi yeğleyerek, “izleyici istediği için” bu içeriklerin üretildiğini söylerler. Yani izlenme oranlarıyla, izleyicinin içeriği belirlediği, yönlendirdiği dile getirilir. Böylece sorumluluk ve suç izleyicinin üzerine atılır. Bu dakikadan sonra olumsuz içeriği seçip bundan olumsuz etkilenecek olan izleyicidir. Dolayısıyla ortada bir suç varsa bu da içeriği üretenin değil, izleyicinindir. Buna göre aktif olan izleyicidir. Dahası ellerinde kumanda vardır ve güç onlardadır.
Sonuç olarak reyting sistemi, tecimsel yayıncılığın bir gerçeğidir. Çünkü niteliği nicelik üzerinden belirlemeye çalışır. Kaliteyi sadece sayı üzerinden tanımlamaya girişir. Bu yayıncılık anlayışının, izleyiciye daha kaliteli daha iyi programlar üretmek amacıyla izleyici oranlarını takip etmediği açıktır. Öyle olsaydı tutmayan yerli bir diziyi kaldırıp, her biri bir diğerine çok benzer olan içerikleri, oyuncu değiştirip sunmaya kalkışmazlardı.



Bu söylediklerimiz pek çok kişiye ters gelmiyor olabilir. Çünkü kapitalist sistemde bir ticari şirket olarak kurulan medya kuruluşlarının daha çok para kazanma isteklerinden daha doğal bir şey olamaz. O halde bu sistem ne kadar doğal geliyorsa, reyting peşine düşen kanalların ve bu gücü bir iş sahası olarak elinde tutmak isteyen grupların bu uğurda gösterdiği tüm çabalar da hoş karşılanmalıdır. Çünkü reyting sistemi tecimsel yayıncılığın kendi kendini sağlamasıdır. Bu yayın piyasasında, programlar izleyiciyi yakalamak için bir yem; izleyici bir emtia ; reytingler ise sadece, daha çok para kazanma hırsında olan kanalların reklam verene karşı kullandığı kozdur. Bu serbest piyasa düzeninde de koz kimin elindeyse o tarafın elini güçlendirecektir. Hepsi bu!



Doç.Dr. Defne Özonur
Yeditepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder