Komşuda grev var!
10/10/2012
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Yunanistan ziyareti dün Atina’da işçi sınıfını sokağa dökerken, Tüm İşçilerin Militan Cephesi PAME bütün işçileri 18 Ekim’de greve çağırdı.
Dün öğle saatlerinde Yunanistan’a bir ziyaret gerçekleştiren Almanya Başbakanı Angela Merkel, halkın büyük tepkisiyle karşılandı. Merkel’in ziyareti öncesinde Atina’da geniş güvenlik önlemleri alınırken Merkel’i korumak için 7 bin polis görevlendirildi.
Sendikalar, Yunanistan Komünist Partisi ve Syriza’nın çağrısıyla Syntagma Meydanı’na toplanan onbinlerce kişi, Yunanistan’daki ekonomik krizin başlıca sorumluları arasında gösterilen Merkel’in Atina ziyaretini ve hükümetin kemer sıkma politikalarını protesto etti.
Polis, parlamento binasına yürümeye çalışan göstericilere çok sert müdahalede bulunurken, gözaltına alınan ve yaralanan göstericiler olduğu bildirildi.
PAME’den grev çağırısı
Merkel ziyareti sonrası bir açıklama yayınlayan Tüm İşçilerin Militan Cephesi PAME, sendikaları ve bütün işçileri 18 Ekim’de greve çağırdı.
Açıklamada, PAME’nin, Almanya Başbakanı’nın ziyaretine “etkileyici, kararlı ve militan” bir eylemle cevap verdiği belirtilirken, 18 Ekim’de düzenlenecek grev için hiç zaman kaybetmeden mücadeleye devam edilmesi gerekti vurgulandı.
Grevin sermayeye, Avrupa Birliği’ne ve tekellere karşı işçi sınıfının bir cevabı niteliğinde örgütlenmesi gerektiği belirtilen açıklamada son söz “Modern köleliği kabul etmiyoruz” oldu.
“Bu onlara ilk cevabımız”
PAME Yürütme Komitesi üyesi Yiannis Tasoulas eylemde yaptığı konuşmada “Ne barikatlar ne TOMA’lar bizi korkutabilir! İşçi sınıfının ayağa kalkması onları titretti. Bu bizim onlara ilk cevabımız…” ifadelerini kullandı ve şöyle devam etti:
Gerçek, basit ve açıktır. Her kim memoranduma, onun uygulanması için yürürlüğe konulan kanunlara ve AB troykasına karşı çıkıyorsa, o AB’ye, onun anlaşmalarına ve kararlarına, tek yol olarak gösterilen kapitalist gelişmeye karşı demektir. Her kim AB ve AB troykasını destekliyorsa, o basitçe halkla alay ediyor demektir.
[...]Merkel de diğer emperyalist kargalar gibi, kan ve yağma kokusu aldığı için Doğu Akdeniz’e üşüşmektedir. Suriye’de savaş bulutları bölgeyi daha genel bir yangına sürükleyecek şekilde toplanıyor. Onlar, bu şekilde petrolü, doğal gazı, ulaşım yollarını ve pazarları paylaşıyorlar. Onların İsviçre’deki banka hesapları için kanımızı dökemeyiz. Biz kendi mücadelemiz için fedakarlık yapmak zorundayız.
Sendikaları, konfederasyonları ve bütün dürüst sendikacıları korkuyu dağıtmaya ve 18 Ekim’de bir grev kararı almaya çağırıyoruz. (…) İşçiler mücadeleyi kendi ellerine alacak ve PAME en ön safta olacaktır. Herkes mücadelede, eylemde ve grevdeki yerini almalıdır.
Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Aleka Papariga ise gazetecilere yaptığı açıklamada, “Zafer, zincirlerinden kurtulmak için tereddüt etmeyen işçi sınıfının olacaktır. Bugünkü mitingin anlamı bizim için budur. Bu, yakın zamanda ve gelecekte vereceğimiz mücadelelerin de anlamı olmalıdır” diye konuştu.
(soL- Dış Haberler)
Yunanistan Komünist Partisi'nden ilk değerlendirme: 'Halk zaman kaybetmemeli'
07/05/2012
Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri
Aleka Papariga dün yapılan seçim sonuçlarıyla ilgili bir açıklama yaptı.
Papariga, gerçek bir altüst oluş için halkı zaman kaybetmemeye çağırdı ve
KKE'nin halkın çıkarlarını savunma konusunda yeri doldurulamaz bir güç olmaya
devam edeceğini vurguladı.
Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri
Aleka Papariga, dün yapılan seçimlere ilişkin bir açıklama yaptı. Papariga
şunları söyledi:
Seçim sonuçları, her anlamda, bildiğimiz
siyaset sahnesinin yıkılışını, Yeni Demokrasi (ND) ve PASOK arasındaki iki
partili dönüşümlü sistemin kesintiye uğradığını göstermektedir.
Yeni modellerle, ya yeni yüzlerden oluşan bir
merkez sağ ile ya da merkezinde SYRIZA’nın olacağı yeni bir sosyal demokrasi
çevresinde şekillenecek yeni bir siyaset sahnesi yaratılmaya çalışılacağı bir
geçiş dönemine giriyoruz. Bunun amacı, işleri, halkın yararına olan gerçek bir altüst
oluşa götürebilecek, yakınlaşan bir halk radikalizmini engellemektir. Tam da
gerçek bir değişim dalgasının yaratılmasını engellemek amacıyla ister bu
seçimlerle isterse yapılacak olan yeni seçimlerle, ya tüm partilerin katılımı
ile kurulacak bir hükümet, ya bir ulusal birlik hükümeti ya da bir koalisyon
oluşturmayı deneyecekler.
Hem hareketin içinde hem seçim mücadelesinde
öncü savaşçılar olan partimizin üyelerinin, KNE’nin üyelerinin, dostlarımızın,
destekçilerimizin, seçmenlerimizin, müttefiklerimizin tamamına mücadelenin en
ön saflarında bulunma çağrısı yapıyoruz. Zira, toplu sözleşmeler, işsizlerin
himayesi, sigorta fonlarının iflası, yahut halkın cebinden çalınacak önümüzdeki
14,5 milyon Avroluk yeni önlemler paketi gibi aciliyet arz eden meseleler
mevcut. Zaman kaybedemeyiz. Halkımız zaman kaybetmemeli!
İşçi sınıfından ya da diğer halk
sınıflarından olup, PASOK’a ve ND’ye oy verenlere işyerlerinde, okullarda ve
emekçi mahallelerindeki bu mücadelede bizimle ve diğer mücadele edenlerle
birlikte hareket etmeleri çağrısında bulunuyoruz. Bu kesimler mücadeleye yeni
bir ivme ve kitlesellik kazandırmalılar.
Halka, siyasal sistemin önümüzdeki günlerde
ve aylarda değiştirmeye çalışacağı maskelere kanmaması için çağrıda
bulunuyoruz. Seçim sonuçları, sağın ve solun oylarını dağıtmak gibi olumlu bir
netice ortaya çıkarmış olsa da, esas olarak halkın bilincindeki değişimlerle
olgunlaşıyor ve olgunlaşacak, gerçek altüst oluşu mümkün kılacak bir hareket
biçiminde olgunlaşacak. Bu hareket acil sorunlar konusunda KKE’nin siyasi
önerilerine, emekçi halk iktidarına hiç de uzak ya da zıt bir konumda
bulunmuyor.
Papariga: "Şu an için diyebiliriz ki KKE tam
manasıyla iki ucu keskin kılıç olan bir sürecin içinden geçti. Bir tarafta yer
alan öfke, protesto, kızgınlık, tümüyle anlaşılabilir, ancak kör bir kızgınlık
ve diğer yandan serapların yarattığı yanılsamalar."
Önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak şu
tabloyu, büyük bir sorumluluk olarak görüyor, olumlu ve önemli buluyoruz:
Tasarruf tedbirlerine karşı takındıkları tavırdan bağımsız biçimde Avrupa
sevdalılarına, farklı kuvvetlerin birlik sevdalılarından oluşan bir toplama
karşı tek başımıza halkın sorunlarına dokunan ve çıkarlarını karşılayan kendi
alternatif siyasi programımızın hayata geçmesi için mücadele verdik. Biz, bu programı
halk için teminat olarak görüyoruz ve elbette halkın mücadelesine yeni bir güç
katacağını düşünüyoruz. Halka ve problemlerine karşı sorumluluğumuzun ve bunlar
karşısında üzerimize düşen rolün büyüdüğünü hissediyoruz. İnanıyoruz ve eminiz
ki halkın çıkarlarını savunma konusunda yeri doldurulamaz bir güç olmaya devam
edeceğiz.
KKE’nin seçimlerden aldığı sonuçlara ilişkin
olarak, tüm sonuçları ve seçmenlerin eğilimlerini ve bölgesel dağılımlarını
içerecek bir araştırmayı da kapsayan bütünlüklü değerlendirmeyi elbette Merkez
Komitesi sunmalıdır. Ancak şu an için diyebiliriz ki KKE tam manasıyla iki ucu
keskin kılıç olan bir sürecin içinden geçti. Bir tarafta yer alan öfke,
protesto, kızgınlık, tümüyle anlaşılabilir, ancak kör bir kızgınlık ve diğer yandan
serapların yarattığı yanılsamalar. Şimdiye kadar gelen sonuçların gösterdiği
gibi KKE’nin oylarında küçük bir artış var. Şurası açık ki daha büyük bir artış
bekliyorduk. Ancak şunu söylemeliyim, Merkez Komitesi ve tüm parti, KKE’nin
oylarının patlama yapacağı gibi bir yanılsama içinde değildi. Zira seçim
sonuçları Parti’nin genel faaliyetinin, en çok da, yalnız militan bir halk
hareketinin değil, kuvvetli bir çoğunluk dalgasının, bilinen ikilemlerden ya da
yeniden canlanan yanılsamalardan kurtuluş dalgasının yaratılmasının bir
fonksiyonudur.
KKE, seçimlerden önce seçim sonuçlarından
çıkacak hükümet formüllerine karşı pozisyonunu açıkladı ve bunu yaparken hiç
tereddüt etmedi. İster merkez sağ bir hükümet olsun, ister merkez sol, ister
lanse edildiği gibi sol bir hükümet, ister milli birlik hükümeti, isterse şimdi
tartışılmaya başlandığı üzere tüm partilerin katılımı ile kurulacak bir hükümet
olsun... Şundan eminiz ki ne ND ne de PASOK bize bir koalisyon teklifi ile
gelecekler. Aramızdaki derin farkları çok iyi biliyorlar. Ancak bir kez daha
SYRIZA tarafından seçimler sonrasında yinelenen sol bir hükümet için birlikte
hareket etme önerisini açıkça yanıtlamak istiyoruz. Herkes tarafından açıkça
görünen meclis aritmetiğinin böyle bir olasılığı devre dışı bıraktığı gerçeğini
gündeme getirmeden, net biçimde yanıt vereceğiz. SYRIZA’nın bu sayının yeter
olduğunu, destek toplamaya çalıştığını ve tüm diğer partilerin vekillerinden oy
aldığı zaman söz konusu sayının bir şekilde yeteceğini düşünüyor olma olasılığı
çok yüksek. Pozisyonumuzu net bir biçimde tekrarlayayım: Böyle bir birlikteliğe
“hayır” noktasında duruyoruz, ancak bu tavrımızın nedeni onlardan daha az oy
aldığımızdan ötürü değil. Biz “hayır” yanıtımızı seçim sandığından çıkacak
yüksek ya da düşük sonuca göre şekillendirmedik.
"Merkez Komitesi ve tüm parti, KKE’nin
oylarının patlama yapacağı gibi bir yanılsama içinde değildi. Zira seçim
sonuçları Parti’nin genel faaliyetinin, en çok da, yalnız militan bir halk
hareketinin değil, kuvvetli bir çoğunluk dalgasının, bilinen ikilemlerden ya da
yeniden canlanan yanılsamalardan kurtuluş dalgasının yaratılmasının bir
fonksiyonudur."
Duyduk ki SYRIZA lideri bizden bir randevu
isteyecekmiş ve hükümetin birlikte çalışma programını açıklayacakları bu
görüşmenin gizli bir görüşme olmasını istiyormuş. Mantıken, bir koalisyon
teklifinde bulunanların seçim öncesinde, Haziran’da, Temmuz’da ya da olmadı yıl
sonuna kadar, açık biçimde, kemer sıkma politikalarından kaynaklanan genel
yakınmaların ötesinde somut sorunları konuşması gerekirdi. Ama eğer şimdi
istiyor iseniz, şu ana kadar hazır olmanız gerekirdi. Tam olarak ne istiyorlar?
Şimdiye kadar sağlayabilecekleri kimi para yardımları ya da ona benzer şeyler
dışında bir şey duymadık.
Ancak bir hükümet, her ne bileşimde olursa
olsun, eğer bir hükümetse tüm sorunlarla yüzleşmelidir. Sadece kemer sıkma
politikalarından dert yanmak yetmez, halkın bu politikalar öncesinde de gasp
edilen kazanımlarının -zira pek çok kazanım bu politikalardan önce gasp edildi-
iade edilmesi gerekir. Bir hükümet tüm sorunlara yönelik çare önermelidir;
örneğin söylendiği üzere yalnızca işsizlik yardımı yeterli değildir. İktisadi
sorunları çözmelidir. İş çevrelerinin emekçilere karşı tavırlarına, önceki
yıllardan devralınan özelleştirme kapsamındaki işletmeler listesine çözüm
getirmelidir. Dış politika meselelerine, örneğin AB ne NATO’ya olan
taahhütlere, ABD ile olan stratejik ortaklığa ilişkin söz söylemelidir.
Sayfaları yırtıp, politika sonlandıran ve sadece önümüzdeki günlere ilişkin
paket öneren bir hükümet olamaz.
KKE’nin böyle bir hükümet ile anlaşabilmesi
için yalnızca küçük bir geriye çekilme, küçük bir dönüş yapması yetmez. KKE,
kökten bir değişiklik yapmalıdır. Adeta takla atmalıdır. Hepsinden önemlisi
halkın çıkarlarına ters düşen uzlaşmalara gitmelidir. Muhtemelen halk şu ya da
bu partinin ideolojik netliği ile yakından ilgilenmiyordur. Ancak, halk, bir
partinin tüm bu yıllar boyunca, kuruluşundan bu yana mücadelenin en ön safında
olmasıyla, birkaç bakanlık koltuğu bu kalenin düşmesine müsade edilmemesi ile
ilgilenmektedir. İşte böyle bir KKE’ye halkın ihtiyacı yok.
(soL-Dış Haberler)
Dünyadan 1 Mayıs manzaraları...
02/05/2012
Dün, 1 Mayıs'ta, dünyanın dört bir yanında emekçiler sokaktaydı. Emeğe dönük saldırıların emekçilerin öfkesini arttırdığı görülürken, sağcı liderlerin de emekçilerin öfkesini yönlendirmeye çalışması dikkat çekti. Küba'da ise dün yine insan seli ve kapitalizme geri dönmeme kararlılığı vardı.
Bu yıl 1 Mayıs Türkiye'de, coşkulu, emekçi sınıflara güven aşılayan bir içerik ve katılımla kutlanırken dünyada da çeşitli gösteriler düzenlendi. Ekonomik krizin yaygın bir işsizliğe ve yoksullaşmaya sürüklediği Avrupa'da, Occupy Wall Street hareketinin şaşırtıcı bir yaygınlığa ulaştığı ABD'de, Latin Amerika'nın halkçı iktidarlar tarafından yönetilen ülkelerinde düzenlenen kutlamalar arasında en görkemlisi bu yıl da Küba'da gerçekleşti.
AB'nin yoksullaştırdığı ülkeler ayakta
Bu 1 Mayıs'ta gözlerin çevrildiği Avrupa ülkelerinde yapılan 1 Mayıs gösterilerine, ekonomik kriz gerekçe gösterilerek uygulanan kemer sıkma önlemleri ve yaygın işsizliğe karşı tepkiler damga vurdu.
2012 yılının ilk çeyreğinde ulaşılan yüzde 24,4 ile dünyanın en yüksek işsizlik oranının yaşandığı İspanya, en yaygın protesto gösterilerinin yaşandığı ülke oldu. İşçi sendikalarının çağrısıyla ülkenin 80 kentinde toplam 1 milyondan fazla kişi 1 Mayıs kutlamalarına katılarak, merkez sağ hükümeti protesto etti. En geniş katılım ülkenin iki büyük kenti olan Madrid ve Barcelona'da gerçekleşirken, işçi sendikalarının bildirdiği rakamlara göre, Barcelona'da 100 bin kişi toplandı. İspanya'nın iki büyük sendikasından biri olan UGT'nin lideri Candido Mendez, resmi kurumlarca resesyonda olduğu bildirilen 11 Avrupa ülkesinden biri olan ve son 3 yılda ikinci kez resesyona giren İspanya'da hükümetin halka dayattığı bütçe açığını kapama önlemleri konusunda uyarıda bulunarak, önlemlerin kamu hizmetinin yıkımı anlamına geldiğini söyledi.
29 Mart günü büyük bir genel grevin örgütlendiği İspanya gibi, Euro krizinin yansımalarının en derin yaşandığı bir diğer ülke olan Portekiz'de de Mart ayı içerisinde yaygın grevler gözlenmişti. Portekiz'in başkenti Lizbon'da onbinlerce kişinin katıldığı 1 Mayıs yürüyüşünde, AB ve IMF'nin "kurtarma planı" adı altında Portekiz'e dayattığı kemer sıkma politikaları sert bir dille eleştirildi. CGPT Başkanı Manuel Carhalvo da Silva, "toplumsal protesto daha önce hiç bu kadar önemli olmamıştı" diye konuştu.
İngiltere'nin başkenti Londra'da, Trafalgar Meydanı'nda toplanan 10 bini aşkın kişi hükümetin kemer sıkma önlemlerinin eleşirildiği ve genel bir grev çağrısının yapıldığı bir mitingde biraraya geldi.
Yunanistan'ın 1 Mayıs'ı: Grevdeki işçilerin yanı başında...
Tüm İşçilerin Mücadeleci Cephesi (PAME) ve Yunanistan Komünist Partisi (KKE), 1 Mayıs mitinginin bu yıl, yedinci ayına girmeye yaklaşan çelik işçileri grevinin sürdüğü Yunanistan Çelik Sanayii'nde kutlanması kararı aldı. Onbinlerce emekçi, bu yıl 1 Mayıs'ı, Atina-Korinthos yolu üzerindeki Yunanistan Çelik Sanayii tesislerinde kutladı. Mitingin örgütlenmesinde PAME'nin işyeri örgütlenmeleri ve KKE'nin yanısıra "Halk Komiteleri" de önemli ölçüde rol üstlendi.
Almanya'da "demokrasi": 1 Mayıs'ı Neo-Naziler de "kutluyor"
Almanya yüzbinlerce kişinin alanlara aktığı bir diğer Avrupa ülkesiydi. Alman Sendikalar Federasyonu, 1 Mayıs gösterilerinin ülke genelinde 440 merkezde düzenlendiğini ve toplam katılımın 480 bini geçtiğini bildirdi. Stuttgart'taki 1 Mayıs gösterisinde konuşan Alman Sendikalar Federasyonu Başkanı Sommer, Avrupa genelinde hükümetlerin aldığı tasarruf tedbirlerini eleştirerek, "bugünkü katılım, sendikaların Alman hükümetinin kriz politikalarına ve Avrupa'daki sert tasarruf tedbirlerine ilişkin hoşnutsuzluğunu göstermektedir" dedi.
Daha önceki yıllarda polis şiddetinin yoğun olarak yaşandığı başkent Berlin'de 10 bini aşkın kişinin katılım gösterdiği 1 Mayıs gösterisinde bu yıl da kural değişmedi. Polis, şiddet uyguladığı göstericileri tazyikli su ile dağıtmaya çalıştı.
Tüm Avrupa'da olduğu gibi ırkçılığın yükselişe geçtiği, son yıllarda ise 1 Mayıs gösterilerini sabote etmek için kullanıldığı Almanya'da dün de, başkent Berlin'de 6 kilometrelik bir güzergah boyunca aşırı sağcı gruplara yürüyüş izni verildi. 1 Mayıs göstericileri, aşırı sağcıların yürüyüşünü yürüyüşünü durdurmak amacıyla, yolları kapatmak için oturma eylemine başlayınca, polis yaklaşık 600 kişilik aşırı sağcı grubu sadece
Fransa'nın 1 Mayısı'nda Sarkozy provokasyonu
1 Mayıs günü Fransa'da oldukça ilginç gösterilere sahne oldu. Bir yanda 1 Mayıs'ın sahibi emekçi kesimler ve sol, diğer yanda ise bu hafta sonu yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu için destek arayışında olan, seçim kampanyası kapsamındaki miting için 1 Mayıs günün seçerek ciddi bir provokasyona imza atan ve mitingdeki konuşmasıyla sendikalara ve sola savaş açan Sarkozy...
Ülke genelinde 1 Mayıs gösterilerine katılımın yüksek olduğu gözlenirken, başkent Paris'teki gösteriye katılımın 50 binin üzerinde olduğu bildiriliyor.
Rusya'da Putin-Medvedev'in 1 Mayıs'ı
Rusya'da, Devlet Başkanı Dimitry Medvedev ile önümüzdeki günlerde koltuğunu devredeceği Vladimir Putin'in de katıldığı bir gösteri gerçekleşti. 100 bin kişinin katıldığı ve Sovyetlerin çöküşünden sonra ilk kez bir devlet başkanının 1 Mayıs günü sokağa çıktığı belirtilen gösteri, iktidardaki Birleşik Rusya Partisi ile yine Kremlin yanlısı sendikalar ve gençlik örgütleri tarafından düzenlendi. Başkent Moskova'daki bir diğer gösteri de komünistlerin düzenlediği oldu. Rusya Federasyonu Komünist Parti lideri Gennadi Zyuganov, dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik altüst oluşu eleştirdiği konuşmasında, "sosyalizm olmadan, bu topraklardaki bütün değerleri yaratan emekçi halkın saygısı olmadan krizden çıkmak mümkün değildir" dedi.
Küba'da bu 1 Mayıs'ta da "insan denizi" vardı
Küba yine her yıl olduğu gibi bu yıl da oldukça kitlesel bir 1 Mayıs'a sahne oldu. Halkın geniş katılımı, geçtiğimiz yıl düzenlenen Küba Komünist Partisi 6. Kongresi'nde kabul edilen ekonomik reformların Küba'yı nereye götürdüğü tartışmalarına cevap niteliğinde oldu.
Dünyanın az gelişmiş ülkelerinde sağlık hizmeti veren Kübalı sağlık emekçilerinin en önde yürüdüğü başkent Havana'daki son yılların en kitlesel gösterisinde "sosyalizmin korunacağı ve ilerletileceği" vurgusu vardı. Jose Marti Devrim Meydanı'ndaki mitinge 100'ün üzerinde ülkeden 1.800 işçi lideri katıldı. "Kapitalizme asla geri dönmeyeceğiz" diyen insan denizi, Küba Devrimi liderleri Fidel Castro ile Che Guevara'nın, Marx, Engels ve Lenin'in fotoğraflarını taşıdı. Devlet Başkanı Raul Castro, Fidel'in kutlamalara katılamayışını, "tropik ada güneşine uzun süre dayanamazdı" diye açıkladı. Raul Castro, ekonomik reformların sosyalizmi daha da güçlendireceğini söyledi.
Latin Amerika'nın halkçı iktidarlarından 1 Mayıs sürprizleri
Venezuela'da yapılan yüzbinlerce kişinin katıldığı 1 Mayıs gösterisinde ise, Başkan Hugo Chavez'in imzaladığı, haftalık çalışma saatlerini 44'ten 40'a indirilmesi kararını da içeren yeni iş yasasının kutlanması damgasını vurdu. Hükümet tarafından "sosyalizme geçişin ilk yasal adımı" olarak nitelenen yeni iş kanunu, ülke genelinde örgütlü işçi kollektifleri, sendikalar ve siyasi partilerin katılımıyla düzenlenen çalıştaylarda şekillendirilmişti.
Halkçı bir yönetimin iş başında olduğu bir diğer Latin Amerika ülkesi Bolivya'da ise, bu 1 Mayıs'ta da artık geleneksel hale gelen "1 Mayıs kamulaştırmaları"ndan birine tanık oldu. Devlet Başkanı Evo Morales, ülkenin elektrik iletim şebekesinin yüzde 74'ünü elinde bulunduran İspanyol şirketi Red Electrica Corporation'ın kamulaştırıldığını duyurdu. Bu hamle ile ülkenin elektrik sektörünün artık tamamen kamulaştırılmış olduğunu açıklayan Morales, dün askeri birimlere şirketin devralınması emrini vermesinin ardından Cochabamba'daki ofislere Bolivya bayrağı asıldı. Morales hükümeti 2 yıl önceki 1 Mayıs'ta, ülkedeki başlıca özel hidroelektrik santralları kamulaştırarak elektrik üretimi sektörünün, 2008 yılı 1 Mayısı'nda da Telecom Italia SPA'nın elindeki Entel'i kamulaştırarak, Bolivya'nın telekomünikasyon sektörünün kontrolü tamamen ele geçirdi. Bolivya'daki 1 Mayıs kutlamaları coşkulu geçti.
(soL-Dış Haberler)
Emperyalizmin 'çocuk ordu' oyunu sürüyor
08/04/2012
"Kony2012" kampanyası sürüyor. Konu ile ilgili ikinci video hazırlanırken, Afrika'nın zengin doğal kaynaklarını ele geçirmek için silahlı çatışmaların ve yoksulluğun kurbanı olmuş çocuklar bahane ediliyor.
Kuzeyinde "Arap Baharı" olarak adlandırılan gelişmelerin ardından, Afrika kıtasının zengin doğal kaynaklar içeren diğer ülkelerinde de yakın bir zamanda trajik gelişmeler yaşanacağı görülüyor.
Sosyal medyada hızla yayılarak tıklanma rekorları kıran, sonuncusu geçtiğimiz gün yayımlanan 2 adet video ile son bir ay içinde hızlanan bir kampanya, "Kony2012", sömürge dönemi İngiliz edebiyatçısı Rudyard Kipling'in "Beyaz adamın yükü" şiirini hatırlatırcasına, "kara kıta"nın insanlarına "yardım" çağrısı kılıfıyla Batılı ülkelerin sömürgeci planlarını gizliyor.
Görünmez Çocuklar (Invisible Children) adlı ABD merkezli bir örgüt, Uganda'da ortaya çıkarak daha sonra Güney Sudan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Orta Afrika Cumhuriyeti'ne yayılan, çocukları kaçırarak ordu oluşturan "Tanrının Direniş Ordusu" LRA'ya dikkat çeken ilk videoyu geçtiğimiz Mart ayında yayımladı. Kısa bir sürede neredeyse 100 milyon kişi tarafından izlenen ilk video ve geçtiğimiz gün yayımlanan ikincisi, LRA'nın lideri Joseph Kony'yi, Uganda'da çocuklara karşı işlediği suçlar nedeniyle başta ABD olmak üzere Batı'da ülkeye dönük askeri müdahale çağrılarının gerekçesi haline getiriyor.
"Koruma Sorumluluğu" olarak bilinen R2P (Responsibility to Protect) adlı, emperyalizmin yeni müdahale biçimi, Libya'nın ve yine bu bahane kullanılarak tehdit edilen Suriye'nin ardından, elini Afrika'ya uzatıyor.
Bölge militarize ediliyor
Görünmez Çocuklar Örgütü tarafından hazırlanıp, Afrika’da yaşanan çocuk istismarına, çocuklardan silahlı ordu kurulması, cinayet, tecavüz, seks köleliği ve işkence gibi suçlara dikkat çekmek amacıyla hazırlandığı iddiasıyla sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla Joseph Kony’ye karşı başlatılan kampanya, geldiği nokta itibarı ile endişelere yol açıyor. Kampanya, başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin bölgeye müdahalesinin aracı haline dönüşme emareleri gösteriyor.
Dünya çapında internet üzerinden başlatılan kampanya kapsamında yayımlanan ilk videonun hemen ardından, ABD Temsilciler Meclisi'nde, bölgedeki askeri güçlerin genişletilmesi yönünde 100 imzalı bir tasarı sunuldu. Afrika Birliği, Joseph Kony’yi yakalamak için bölgeye 5 bin asker göndereceğini açıkladı. AB ise LRA'ya karşı askeri operasyon için 12 milyon dolarlık bir katkıda bulunacağını açıkladı.
Kony2012 kampanyasının ilk videosunda da, ABD Başkanı Barack Obama’nın geçtiğimiz Ekim ayında Kony’nin yakalanması için 100 kişilik özel bir birliğin görevlendirilerek bölgeye gönderileceğini bildirdiği mektubun alkışlandığı bir sahne yer alıyor.
Bölgenin doğal kaynakları sömürgecileri iştahlandırıyor
LRA'nın, ortaya ilk çıktığı 1987 yılından bugüne kadar geçen zamanda işlediği suçların neden ancak şimdi ilgi uyandırdığı ve adı geçen diğer ülkelere yayılmış halde sadece 300 üyesi kaldığı bilinen LRA ile neden şimdi savaşma kararı alındığı sorularının cevabı, bölgenin doğal kaynaklarının son derece zengin olması.
Avrupa Komisyonu tarafından 2010 yılında yayımlanan "AB için kritik hammaddeler" başlıklı bir rapor, AB düzeyinde 14 hammaddenin "kritik" öneme sahip olduğunu belirlerken, bunların önümüzdeki 10 yıl içinde temin edilmesinde güçlüklerin ortaya çıkacağı öngörüldü. Bu hammaddeler arasında en acil olarak, tantal, kobalt, niyobyum ve tungsten tanımlandı. Bu maddeler arasında antimon, berilyum, kobalt, fluorspar, galyum, grafit, magnezyum, germanyum, indiyum, niobiyum, platin, tantal ve tungsten yer alıyor. Bu metaller ağırlıklı olarak Çin, Rusya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Brezilya'nın elinde bulunuyor. AB raporu ayrıca, bu hammaddeleri elinde bulunduran ülkelerdeki siyasi istikrarsızlıktan AB ülkelerinin olumsuz etkilendiğini vurguluyordu.
ABD Enerji Bakanlığı da 2010 tarihli "Kritik Maden Stratejisi" raporunda, tantal, kobalt, niyobyum, ve tungstenin stratejik önemini, tıpkı AB Komisyonu raporunda olduğu gibi tanımladı.
ABD Savunma Bakanlığı Pentagon'un 1980 tarihli bir raporunda ise, Zaire'de (Kongo'nun eski adı) yaşanan isyancı ayaklanmalarının, ülkede çıkarılan kobalt, titanyum, krom, tantal, berilyum, ve nikel açısından dünyada büyük bir kıtlık yaşanmasına, fiyatların yükselmesine neden olduğu açıklandı. Yine 1982 tarihli bir başka belge olan, ABD Kongresi Bütçe Ofisi'nin hazırladığı "Kobalt: Stratejik maden için politika seçenekleri" başlıklı raporda, Zaire'nin (Kongo'nun eski adı) güneydoğusundan Zambiya'nın kuzeyine uzanan alanda, havacılık ve silah sanayi için kritik önemde olan kobaltın dünya rezervlerinin yüzde 64'ünün yer aldığı bildiriliyordu.
En "zengin" ama en fakir Afrika...
Bugünün Demokratik Kongo Cumhuriyeti, işlenmemiş ham mineral rezervleri 24 trilyon dolar olduğu, dünya elmas rezervlerinin yüzde 30'unu barındırdığı halde kişi başına milli geliri en düşük ikinci ülke. Yakın zamanda keşfedilen zengin petrol rezervleri nedeniyle Batılı ülkelerin ilgisini çeken Uganda'da halk, bu doğal zenginliğine rağmen yoksulluk içinde.
LRA lideri Joseph Kony'nin yakalanması için bu derece ilgili davranan ABD ve AB'nin gerçek niyeti ise, bölgenin doğal kaynaklarının sahipliği için hegemonya mücadelesi... Afrika’da yaşanan kuraklık ve açlığın dışında bir de silahlı çatışmaların kurbanı haline dönüşen çocuklar, bugün bir de Batının bölgeye dönük müdahalesinin aracı haline dönüşmüş durumda.
(soL - Dış Haberler)
‘Milano Borsası'nı işgal ediyoruz’
31/03/2012
Cenova liman işçilerinin “Açız, makarna bile alacak paramız yok” dediği, iş bulamayan kişilerin kendini ateşe verdiği, bu yılın ilk üç ayında 9 kişinin yaşamına son verdiği İtalya’da teknokrat Monti hükümetine karşı ilk geniş çaplı protesto bugün Milano’da düzenleniyor.
Borca Hayır Komitesi, İtalya’da teknokrat Monti hükümetine karşı ilk geniş çaplı protestoyu bugün Çizme’nin finans başkenti Milano’da düzenliyor. Güneyden kuzeye geniş çaplı bir katılımın beklendiği “Occupiamo Piazzaaffari/Borsayı İşgal Ediyoruz” başlıklı protesto, Milano borsası önünde gerçekleşecek.
Monti hükümetinin vatandaşların emeklilik haklarını silen, işten çıkarmaları hukuken kolaylaştıran, sendikaların rolünü ortadan kaldıran iş yasası diye tanınan 18. maddede hiçbir geri adım atmaması Çizme’de git gide yoksullaşan vatandaşlar ile teknokrat hükümet arasındaki gerilimi tırmandırıyor.
FIOM sendikasının girişimiyle düzenlenen bugünkü protesto, teknik hükümette çoğunluğunu Milano Bocconi Üniversitesi profesörlerinin oluşturduğu Bocconi önünde planlansa da yerel yönetimden izin çıkmaması nedeniyle krize karşı İtalya’da düzenlenen ilk örgütlü protestonun Milano Borsası önünde gerçekleşmesine karar verildi.
FIOM sendikacısı Giorgio Cremaschi, “Mario Monti bütün Avrupa’yı sosyal ve ekonomik bir felaketin eşiğine getiren ekonomik programı temsil ediyor. Yunanistan battı. Portekiz batmak üzere, İspanya dün genel greve gitti. Şimdi İtalyanlar dan AB’den iletilen direktifleri vatandaşın görüşünü almadan, parlamentoda tartışmadan uygulamaya sokan ekonomik pakete boyun eğmeleri isteniyor." dedi.
Sendikalar, işsiz vatandaşlar ve gençler, geçici sözleşmeyle çalıştırılan personel, ev kadınları, göçmenler, yoksullar, Torino’yu Lyon’a bağlayacak hızlı trene karşı çıkan No TAV aktivistleri, aylardır ücret alamadıkları için makarna bile alacak paraları olmadığını anlatan Cenova liman işçileri, FİAT yönetiminin yeni iş yasasına uymaları beklenen işçileri, öğrenciler ve değişik kesimlerden sistemin kurbanı olan kişilerin katılacağı protesto zincirinin ilki ekonominin candamarı Milano’da başlıyor.
Çizme’de kara bulutlar
Teknokrat Mario Monti hükümetinin ekonomik kalkınma ve ulaştırmadan sorumlu bakanı Corrado Passera önceki gün yaptığı değerlendirmede, İtalya’da ekonomik krizin çok ağır seyrettiğine dikkat çekerek, durgunluğun bir yıl daha süreceğini söyledi. Çizme’de birçok şirketin satın alma gücünden yoksun olduğuna vurgu yapan bakan Passera, hedeflenen ekonomik büyümenin beklenen düzeyin altında gerçekleştiğini dile getirdi.
Japonya başkenti Tokyo’ya resmi bir ziyaret yapan başbakan Monti ise İtalya’daki tüm tepkilere karşın iş yasasını düzenleyen 18. madde konusunda hükümetin en ufak bir geri adım atılmayacağı mesajını verdi. Bu açıklamanın ardından ülkede ilk kez birleşme kararı alan üç sendikanın temsilcileri, 13 Nisan'da genel greve gideceklerini duyurdu.
2012’nin ilk üç ayında 9 kişi intihar etti
2012 yılının ilk üç ayında Çizme’de aralarında yatırımcılar ve işçilerin yer aldığı dokuz kişinin bankalara borçlanma, işsizlik ve gelecek kaygısı gibi nedenlerle yaşamına son verdiği belirtildi. Önceki gün Bologna’da bir zanaatkar içine düştüğü geçim sıkıntısı nedeniyle kendini ateşe vererek intihar etme girişiminde bulundu. 58 yasındaki G.C’nin bir zabıta tarafından kurtarıldığı aktarıldı. Dün ise Verona’da aylardır iş bulamadığı için depresyona giren Faslı işçi kendini ateşe verdi.
Ekonomik ve sosyal araştırmalar enstitüsü Eures’in 2009 yılı verilerini temel alarak yürüttüğü bir araştırma ise, Çizme’de her gün işsiz durumdaki bir vatandaşın intihar girişiminde bulunduğu gerçeğini ortaya koydu. Veriler, İtalya’da her yıl 3 bin kişinin ekonomik güçlüklerden kaynaklanan sorunlar nedeniyle yaşamına son verdiğini yansıtıyor.
2011 yılında ekonomist Mario Monti yönetimindeki teknik hükümetin ‘İtalya’yı Kurtarma’ adı altında hayata geçirmeye başladığı ve çok sert tedbirleri öngören ekonomik manevranın onaylanmasının ardından intiharların küçük ve orta ölçekteki yatırımcılar arasında arttığına dikkat çekiliyor.
Cenovalı liman işçileri: ‘Açız! Makarna alacak paramız bile yok!’
Araştırma, 2012 yılında İtalya’da 800 bin kişinin işini kayetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekiyor. Gazeteci Michele Santoro’nun Servizio Pubblico adlı haber programına geçtiğimiz perseme gecesi canlı yayında katılan Cenova liman işçileri, aylardır eve yiyecek götüremediklerini, makarna alacak paraları bile olmadığını dile getirdiler. Monti hükümetine, “Katiller” diye seslenen, İş ve Çalışma bakanı Elsa Fornero’yu timsah gözyaşı dökmekle eleştiren Cenovalı işçiler ve aileleri, Çizme’de sosyal ve ekonomik tablonun geldiği dramatik tabloyu ve çaresizliği geniş bir kesime duyurmuş oldu.
Aslı Kayabal
(soL-Haber Merkez/İtalya)
Başbakana bir tokata 50 kızıl gül ve…
11/03/2012
Hıristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) 7 Kasım 1968 tarihili Berlin kongresi herhangi bir olağanüstülüğün yaşanmadığı bildiğiniz bir genel kuruldu işte. CDU Genel Başkanı ve Başbakan Kurt Georg Kiesinger de divanda oturanlardan biriydi. Biri mikrofonda konuşuyor, divanın etrafında görevliler dikiliyor, ortalıkta gazeteciler dolaşıyordu. Birden divana yakın oturunlar “Şırrak!...” diye birşamar sesi duydu.
Konuşmacı sustu, salon bir anda sessizliğe büründü. Herkes tokat sesinin geldiği divana bakıyordu. Genç bir kadın Kurt Georg Kiesinger’in başına dikilmiş, „Nazi, Nazi, Nazi“ diye bağırıyordu. Tokadı yiyen Kiesinger, tokatıatan da Kiesinger’e Nazi diye bağıran işte bu kadın yani gazeteci Beate Klarsfeld’ti.
Beate Klarsfeld, Başbakan Kiesinger’i neden tokatlamıştı ve neden böyle bağırıyordu? Yazının bütün konusunu bu soruya verilen cevap oluşturacağı için, önce kaldığımız yerden devam ederek Beate Klarsfeld’in ağzından olayın nasıl gerçekleştiğini okuyalım:
NAZİLERE KARŞI GENÇLİĞİN SEMBOLİK TOKADI
“Bu kendiliğinden gelişen bir eylem değildi. Tam aksine çoktandır planlanan bir eylemdi. CDU kongresinde bir derginin fotoğrafçısı bana basın kartını verdi. Elimde bir not defteriyle divana doğru gittim ve görevliye ‘diğer taraftaki bir meslektaşa bir şey söylemek için geçmem gerektiğini’ söyledim. Böylelikle Kiesinger’e yaklaşabildim, ama sadece arkadan. Sonra onu elimin tersiyle tokatladım, sol elimle. Kulağından çok gözüne rast geldi. Bu Nazi nesle karşıgençliğin sembolik tokadıydı…”
İşte bu “Nazi nesle karşı gençliğin sembolik tokatını atan” genç kadın Beate Klarsfeld, bu tokattan tam 44 yıl sonra şimdi, Almanya Sol Parti (Die Linke) tarafından Almanya Cumhurbaşkanı adayı gösterildi.
Gelecek hafta 18 Mart’ta yapılacak seçimlerde bir şansı olmadığının farkında olan Beate Klarsfeld “aday gösterilmesinin önemli” olduğunu belirtiyor. Çünkü“Almanya’nın faşist parti üyeliği olsa da başbakanını tokatlamam sağcılar tarafından hiç unutulmadı. Yıllardır Nazi avcısı olarak uğraşmamın karşılığında Almanya’dan hep olumsuz tepki aldım. Şimdi Sol Parti’nin beni aday göstermesi büyük bir onurdur…”
Evet, Sol Parti, Beate Klarsfeld’i antifaşist kimliği ve Nazi avcılığımücadelesini onurlandırmak için Cumhurbaşkanı adayı gösterdi. Elbette Sol Parti’nin, bütün partilerin ortak adayı antikomünist Joachim Gauck’a karşı antifaşist birini aday göstermesinin sembolik bir anlamı da var.
Şimdi Beate Klarsfeld’in ve tokatladığı Başbakan Kurt Georg Kiesinger’in hayat hikâyesine bakalım.
HEPSİ KOMÜNİZM PROPAGANDASI
Kısa süren “Nazilerden arındırma yasası ve uygulamasına” rağmen, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Hitler’in Nazi partisi üyesi birçok kişi Almanya’da devletteki yüksek mevkilerini korudu. Nazi partisi üyesi ve faşizm döneminde Hitler’in gönüllü yardımcısı birçok politikacı, savaş sonrasında başka partilerde kariyer basamaklarını tırmanmaya devam etti. Faşizm zamanında görev yapan politikacı ve yüksek memurlar, Nazi geçmişini ya saklıyor ya Nazi partisine “mecbur kaldığı” için üye olduğunu belirtiyor ya da partideki veya devletteki görevinin “bir önemi olmadığını” söylüyordu.
CDU Genel Başkanı Kurt Georg Kiesinger’in de Nazi olduğu ortaya çıktı.Kiesinger “Naziliği” ile ilgili iddialar karşısında sırasıyla yukarıdaki gerekçelerin hepsini sıraladı. Üstüne “bunların hepsinin komünizm propagandasından başka bir şey olmadığını” da iddia etti. Almanya’da konuyla ilgili yayın yapmak bile yasaklandı. Bu nedenle Kurt Georg Kiesinger’in Nazi olduğuna dair Almanya’da yayın yapılamıyor Kiesinger’le ilgili bilgiler ABD’de ya da Fransa’da yayınlanıyordu.
Fransa kaynaklı haberlerin çoğunu da babası toplama kampında öldürülen genç avukat Serge Klarsfeld araştırıp ortaya çıkarıyor, Alman vatandaşı gazeteci eşi Beate Klarsfeld de bu belgeleri yayınlıyordu. Kurt Georg Kiesinger’in Nazi partisi NSDAP’deki üyelik numarası 2633930 idi. Beate Klarsfeld, Paris’e çocuk bakıcılığına gitmiş, sonra Alman – Fransız ortaklığında bir gençlik projesinde iş bulmuş ve eşi Serge ile tanışıp evlenmişti. Elbette yaptığı yayınlardan sonra önce Klarsfeld’in gençlik atölyesindeki işine son verildi.
DOĞRUDAN GÖBBELS’E BAĞLIYDI
Kiesinger iddia ettiği gibi Nazi döneminde önemsiz bir görevde çalışmış,istemeden Nazi partisine üye olmuş biri değildi. Tam tersine Kiesinger’in Nazi döneminde Hitler’in propaganda bakanı Joseph Göbbels’e doğrudan bağlı, inanmışbir Nazi olduğu belgelerle ortaya çıkmıştı.
1904 doğumlu olan Kiesinger, maddi durumu iyi olan bir avukatken 1940 yılında Hitler ordusuna katılmış, Dışişleri Bakanlığı’nda yabancı yayınları takip etmek ve etkilemek için oluşturulan bölümün başkan yardımcılığına getirilmişti. Dışişleri Bakanlığı’nda çalışsa da “düşman yayınları” izlemekle görevli olduğu için propaganda bakanı Göbbels’e direkt bağlıydı. NSDAP’ye üyeliği ise savaşkoşullarında mecburiyetten değil, 1933 yılı Şubat ayında ortalıkta henüz savaşfalan yokken gerçekleşmiş ve 1945’te NSDAP kapatılıncaya kadar da devam etmiş.
Kiesinger, eski Nazi olduğu bilindiği halde, 1966 yılında hem de sosyal demokratlarla kurulan koalisyon hükümetinde Almanya başbakanı oldu ve 1969’a kadar görevde kaldı.
PROTESTO İÇİN ALMAN VATANDAŞLIĞINDAN ÇIKTI
Alman aydınları eski Nazi Kiesinger’in iktidara geldikten sonra demokrat olduğuna elbette inanmadı ve Kiesinger daha başbakan seçilmeden sert tepkiyle engellemeye çalıştı. Hem sağdan hem de soldan entelektüeller Kiesinger’e başbakan olmaması çağrısında bulundu.
Heinrich Böll başta olmak üzere Almanya’nın etkili birçok sol aydın ve yazarıda Kiesinger’e karşıydı. Protestolar sadece solcularla kalmıyordu. Sağ –muhafazakâr kesimin etkili isimlerinden filozof Karl Jaspers ve eşi “eski bir Nazinin başbakan olduğu bir ülkenin vatandaşı olmak istemedikleri için” Alman vatandaşlığından çıkıp İsviçre vatandaşlığına geçti.
Hoş Alman aydınlar Kiesinger’i protesto etti de ne oldu? 1968 hareketine karşı ilk olağanüstü hal uygulamalarını çıkarmak da Kiesinger’e nasip oldu. Onu tokatlamak da Beate Klarsfeld’e. İşte Beate Klarsfeld’in başbakanı tokatlaması böyle bir sürecin sonunda gerçekleşti.
Tokattan sonra Heinrich Böll kamuoyunda ciddi ses getiren sembolik bir davranışta bulundu ve Klarsfeld’e 50 kızıl gül gönderdi. Günter Grass, Böll’ü ve Klarsfeld’in eylemini “Başbakana fiziki saldırıda bulunulamaz” Böll’ü de“abartılı” diye eleştirince Böll, Klarsfeld’e 50 gül daha gönderdi.
“NIE WIEDER DEUTSCHLAND”
Beate klaresfeld, aynı gün yapılan yargılamayla 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı, cezası 4 aya indirildi ve ertelendi. Artık dünya çapında tanınan biri olarak diğer Nazileri bulmak için yola çıktı. Yolculuğu uzun sürdü ama oldukça önemli işler de yaptı. Karı koca Klarsfeldler, sadece Alman siyasetinde ya da bürokrasisinde aktif olan Nazileri araştırmıyor, dünyanın her tarafına yayılmış ve kendini unutturmuş Nazilerin de ortaya çıkarılması için uğraşıyorlardı.
Örneğin izi kaybedilmiş önemli Nazilerden Kurt Lischka, Alois Brunner, Klaus Barbie, Ernst Ehlers, Kurt Asche gibi isimler bu çift sayesinde ortaya çıkarıldı. Uzun uğraşlardan sonra nihayet 1983’te “Lyon Kasabı” Klaus Barbie’nin hâkim karşısına çıktığı günün akşamı Klarsfeld akşam eve döndüğünde, telefonun tele sekreterinde kendisini bir sürpriz bekliyordu.
Telefona bırakılan not şöyle diyordu: “Harika şeyler yapıyorsunuz!” 2. Dünya Savaşı sırasında antifaşizmin sembolik isimlerin Marlene Dietrich aramıştıKlarsfeld’i. Evet, Marlene Dietrich Nazilere şarkı söylememek için Alman vatandaşlığından ayrılmış, antifaşizmin en tanınan sembolik ismiydi. Marlene Dietrich Alman kadın sanatçılar arasında hala en tanınan üç isimden biri.
Savaş sonrası yerleştiği Paris’te yıllar sonra bir gazetecinin “Almanya’ya dönmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna verdiği “Bir daha asla!” sözü “Bir daha asla Almanya!- Nie wieder Deutschland) haline getirilerek Almanya’da radikal solun sembol sloganı halini aldı. Bugün bile bu sembol güncelliğini koruyor.
YAHUDİ OLMAYAN ANTİFAŞİST ALMAN
Beate Klarsfeld, “Yahudi olmayan bir Alman olarak, bu eylemiyle eski Nazilerin hala kamu görevi yaptığına ve en yüksek mevkilerde bulunduğuna dikkat çekmek istediğini” açıklamıştı. Klarsfeld, bu tokattan sonra Kiesinger’in Nazi olduğunun geniş kesimlerce duyulacağına inanıyordu. Öyle de oldu.
Sol Parti tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterildikten sonra bir gazetecinin“Sol Parti’ye üye değilsiniz, neden Sol Parti’nin önerisini kabul ettiniz”sorusuna şu yanıtı verdi: “Sol Parti’ye üye değilim ama Sol Parti’yle çok ortak bağımız var. Örneğin onlar da antifaşist ben de…” Klarsfeld genel olarak siyasetle ilişkisini ise şöyle anlattı: “Ben profesyonel politikacı değilim. Profesyonel politikacıya bir şey yapması için ödeme yapılır. Ben bir şeyi ödeme yapıldığı için değil, bunun böyle yapılması gerektiğine inandığım için yapıyorum…”
Beate Klarsfeld, çeşitli ülkelerin cesaret ve şeref madalyalarına sahip olsa da herkese bol keseden şeref madalyası dağıtan Almanya’dan istediği halde bu zamana kadar kendisine verilmiş herhangi bir ödül yok. En yüksek ödülleri en yüksek makamlar verdiğine göre, Klarsfeld, örneğin eski bir Nazi subayı olarak Sovyetler Birliği saldırısına katılmış Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker’den ödül alacağını sanmıyordu herhalde.
Klarsfeld şimdi Sol Parti tarafından aday gösterilmesinin en büyük “şeref”olduğunu açıkladı.
Bu yazıyı bitirdikten sonra bizim gazeteciler geldi aklıma. IMF Başkanı Dominic Strauss-Kahn'a ayakkabı fırlatan Selçuk Özbek ve her haberi birer tokat gibi düzeni rahatsız eden Zeynep Kuray. Ne yazık ki ama bu ülkenin onlara ve benzerlerine 50 kızıl gül gönderecek Heinrich Böll’ü yok. Bu ülkede herkes Günter Grass olma peşinde. Ama unutulmasın, o zaman herkese itidal çağrısıyapan Günter Grass’ın da daha sonra, gençliğinde Nazi olduğu ortaya çıkmıştı.
Son dakikaya kadar peşlerindeyiz
Frankfurter Rundschau gazetesinden Felix Helbig Beate Klarsfeld ile 26. 03. 21010 tarihinde bir röportaj yapmıştı. Röportajın kısaltılarak çevirisi aşağıdaki gibi.
— Sayın Klarsfeld, tokat olayının üzerinden 40 yıldan fazla zaman geçti. Kurt Georg Kiesinger hakkındaki kararınızın yanlış olabileceği konusunda hiç şüpheye düştünüz mü?
Hayır. Önce yabancı gazetelerde bu konuda haberler çıktı, ardından eşim ve ben araştırmaya başladık. Belirtilen tarihi dokümanları elde ettikten sonra Paris’te yaşayan bir tarihçinin yardımıyla bütün kanıtları bir araya getirdik. Kiesinger’in bir Nazi olduğu konusunda hiçbir şüphe yok.
— Tokatlamak niye?
Bunun uzun bir geçmiş hikâyesi var. Eşimi tanıdıktan sonra ve onun tarafından belli oranda Alman geçmişi hakkında aydınlatıldıktan sonra angaje olmaya başladım. Politikayla ilgilendim ve Alman – Fransız Gençlik Atölyesinde çalışmaya başladım. Kiesinger 1966’da başbakan olduğunda eşim dedi ki, sen iyi bir Almansın, buna izin veremezsin, bu konuda bir şeyler yapmalısın. Ben bunun üzerine Kiesinger’in şimdi aynı Hristiyan Demokratların arasında olduğu gibi kahve renkli gömleklilerin arasında da iyi bir şöhrete sahip olduğunu belirten cümlenin olduğu makaleyi yayınladım. Bu cümle için gençlik atölyesindeki işimden atıldım ve bu durum ve makale kimseyi ilgilendirmedi. O zaman bir adım daha ileri gitmemiz gerektiğine karar verdik. Geniş kesimlerin ilgisini çekmesi için bir skandal olmalıydı.
— Yani bu büyük an kendiliğinden kendiliğinden bir eylem değildi.
Tam tersine çok önceden planlanmıştı. (Eylemin ayrıntıları yazının içinde anlatılıyor…)
— Hesabınıza iki adam kaçırma denemesi de yazılıyor. Biri Paris eski Gestapo şefi Kurt Lischka diğeri ise, Lyon Gestapo şefi Klaus Barbie. Bunlar neden başarılı olmadı?
Lischka meselesinde, diplomatik yollardan bir şey yapılamadığı için ilelebet bir ilerleme sağlayamıyorduk. Rahatça Köln’de yaşıyordu. Günün birinde eşim Köln’deki bürosunun önünde pusuya yattı ve kafasına tabancayı dayadı. Lischka, artık her şeyin bittiğini düşünüyordu ama silah dolu değildi. Kaçırmayı denedik ama iyi hazırlık yapamamıştık. Lischka kendini savunuyordu. Lischka’ı sokmaya çalıştığımız araba küçüktü. Kaçıramadık. Klaus Barbie’yi Bolivya’da kaçıracaktık. Herşeyi hazırlamıştık, hatta onu Fransa’ya getirecek tekneyi bile ayarlamıştık. Ancak son anda meydana gelen bir trafik kazası buna engel oldu.
— Ama her ikisi de en sonunda mahkeme önüne çıkartılıp yargılandı. Mahkeme önüne çıkartılıp cezalandırılmasalardı bunlara karşı ne kadar ileri gidebilirdiniz?
Özellikle Barbie hakkında, daha radikal şeyler yapmamız konusunda, onu vurun gibi tartışmalar olurdu. Ama o kadar ileri asla gidilmedi tabii. Mahkeme onu cezalandırmasaydı Lischka hakkında ne olurdu, hiç bilmiyorum.
—Size karşı bir otomobil bombası var?
Evet, bir başka bomba da postayla gönderildi. Eşim ama bu paketi polise götürdü. Her iki durumda da şansımız büyüktü.
— Eşinizle birlikte Eichmann’ın en yakın çalışma arkadaşlarından biri, Şam’da yaşayan Alois Brunner’i tespit ettiniz. Daha sonra bir bombalı paket elini kopardı. Bu olaya katıldınız mıydı?
Mossad’ta bazı tanıdıklarımız vardı ve onlara bilgileri verdik, evet. Alois Brunner, benim kayınpederimi gözaltına alan adamdı, bütün Avrupa’da toplama kamplarına götürülen yüz binlerce insanın sorumlusuydu. Viyana’da karısınıgözetledik.
— Gözetlemekle neyi kastediyorsunuz? Kadını takip mi ettiniz?
Eşim ve bazı arkadaşları çoğu kez kapısının eşiğine kadar gidip bekledi. Sonra ortaya çıkardık ki, Brunner adını değiştirmiş, Fischer ismiyle Şam’da yaşıyor. Telefon numarasını bulmuştuk ve bir gün aradım. Dedim ki, “Sayın Brunner, ben bir Almanım ve size söylemek istiyorum ki, bir ameliyat için İsviçre’ye gideceğinizi duyduk. Hakkınızda yakalama kararı var, bunu yapmayın!” Oraya gitmeye hiç niyeti olmadığını söyleyerek cevap verdi, ama uyarı için de çok teşekkür etti.
— Bu arada Brunner belli ki çoktan öldü. Münih’te belki de en son Nazi canisi yargılanıyor. John Demjanjuk’un yargılandığı ilk gün mahkeme salonunda karşısında oturuyordunuz. Sizin için bu tür davalar ne kadar önemli?
Bunları önemsiyorum. Bugün çok sayıda Nazi ölü ya da hasta ama son dakikaya kadar onların peşinde olduğumuzu bilmeleriyle ilgili bir şey bu. Rahat uyumamalılar. Bu kurbanları rahatlatır.
— Sayın Klarsfeld, Almanya’nın sizi ‘tanıması, kabul etmesi’ neden mümkün olmuyor?
Bunu bilemem. Dışişleri Bakanı Joschka Fischer zamanında bana “hizmet madalyası” verilmesi önerildi. Ama sonra bana bu madalyanın verildiği insanlar kategorisinde olmadığım söylendi sadece. Geçen yılda tekrar Sol Parti Milletvekili Gregor Gysi tarafından yeniden önerildim. Ama bu seferki Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle de beni reddetti. (…) Almanya’da hala bir refleks var, Nazi canilerini aramak ve bulmak pozitif ama Nazi Kiesinger’e tokat atmak negatif.
— Bu tür bir“onurlandırma” sizin için önemli mi? Bir anlamı var mı?
Tabiî ki, neden olmasın ki? Ben Alman olmaktan hep gurur duydum. Almanya’dan böyle bir tanınma alsaydım, çok daha gurur duyardım. Bu eylemin, çok geç kalınmış da olsa tanınması anlamına gelirdi.
Almanya’nın hak ettiği tokat
Alman basını ve siyasi partiler Beate Klarsfeld’in Sol Parti tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesine hem Sol Parti’yi hem de Klarsfeld’i karalayarak karşı çıkıyor. Beate Klarsfeld’in 44 yıl önce eski bir Nazi olan Başbakan Kiesinger’e tokat atmasını kimse unutmuş değil. Oysa Almanya’da Nazilerle mücadele aslında bir anlamda resmi devlet ideolojisi olarak görülebilir. Beate Klarsfeld’in özellikle sağ basın ve sağcı partiler tarafından hedef gösterilmesinin ya da hala unutulmamasının nedeni belki de tokattan sonra yazdığı şu yazıda saklı. Beate Klarsfeld Başbakan Kiesinger’e tokat atmasını “Almanya’nın hak ettiği tokat” olarak savunmuştu.
Klarsfeld tokat eylemini mealen şu sözlerle temellendirmişti.
“Ben Başbakan Kiesinger’e tokat attım çünkü bütün dünya duysun istedim ki, Alman halkının bir kısmı, özellikle Alman gençliği hükümetin tepesinde eski bir Nazi olmasını reddediyor.
Stalingrad ölülerinin, kendi anavatanlarını savunurken ölen Rusların, kaybettiklerini düşündüklerinde gözyaşları buz olan kandırılmış Alman gençliğinin öcünün alınması için Almanya’nın bu tokada ihtiyacı vardı. …Almanya’nın bu tokata, dünyada faşizmin bayrağının dalgalandığı bütün kentlerin temizlenmesi için ihtiyacı vardı. …
Faşizme karşı direniş gösteren genç direnişçiler Hans ve Sophie Scholl kardeşlerin, kafalarını giyotine yatırdıklarında biraz sonra inecek ve Almanya’nın gerçek beyinlerini çöp tenekesine gönderecek bıçağı beklerken, akıllarından geçen son düşünceyi onurlandırmak için Almanya bu tokadı hak ediyordu.
Yahudi, Rus, Polonya halkının Almanlarla barışması için bu tokada ihtiyaç vardı, çünkü bu halkların barış içinde birlikte yaşaması yalnızca faşizme karşıortak mücadeleye başladıklarında mümkün olur. Egemenlerin baskısı olmasın diye bu tokata ihtiyaç vardı. Bugün iki ya da üç ülkede var olan, ama biz burada da zafere ulaşırsak Almanya’da da sosyalizm ve barış egemen olacak, hem Almanya’nın diğer sosyalist ülkelere saygı duyması hem de sosyalizm uğruna Almanya’nın bu tokata ihtiyacı vardı.
Bu tokata, bir kadının elinden ihtiyacı vardı. Çünkü toplama kamplarında fırınlara atılanların, bomba saldırıları altında ölenlerin, işkence altında bağıranların kadın mı olduğuna bakılmıyordu.
Beni bu eylemi gerçekleştirmeye götüren temel işte bu: Ölü 50 milyonun ve gelecek kuşakların adına, hepsi aynı utancı duysun, hepsinin yüzünde tokatın aynı kızıllığı ve izi hissedilsin diye, 10 milyon Nazinin çirkin suratınıtokatlamak adına en tepesindekini tokatladım… Bu tokat “demokrasi”deyip “olağanüstü hal diktatörlüğünü” düşünen, “barış” deyip daha fazla silah satın alan, “barış içinde bir arada yaşama deyip” Avrupa sınırları içinde bile her ülkeyi tanımayan bütün Kiesingerler için de geçerli…” .
SELAMİ İNCE
Bir Gün
Hugo Chavez sevgi seliyle uğurlandı
26/02/2012
Venezüellalı lider duygusal anlar yaşadı…
Venezuela Devlet Başkanı Chavez, kanser
ameliyatı olmak üzere Küba'ya giderken, binlerce Venezuelalı da sokaklara
dökülerek hasta liderlerine olan sevgilerini gösterdi. Caracas sokaklarını
dolduran binlerce Venezüellalı çiçekler ve alkışlarla Chavez'i uğurladı.
Başkanlık sarayında halka seslenen Chavez'e
iki kızı ve bakanları eşlik etti. Küçük kızı Rosines'in ağlayarak babasına
sarılması Venezüellalı lidere duygusal anlar yaşattı. Venezüellalı lider
“Kanserli ya da kansersiz, öyle ya da böyle hiç kimse ve hiçbir şey 7 Ekim'deki
büyük zaferimizi engelleyemez . Şimdi her şeyden daha çok yaşamaya, yeni
zaferler kazanmaya ve Venezüella için barışı garantilemeye mecburuz" diyerek
bir kez daha tüm dünyaya meydan okudu.
Chavez: "Birkaç gün içinde tümörün
niteliği ortaya çıkacak. Eğer kötü huylu çıkarsa ona göre tedavi olacağım. Bu
kansere ilan ediyoruz eğer yeniden nüksederse, bir deri bir kemik muhalefet
gibi, o nasıl davranırsa biz de onu alt etmek için aynı şekilde karşılık
vereceğiz" dedi.
Chavez'e cumhurbaşkanlığı sarayından
havaalanına kadar binlerce Venezüellalı eşlik etti. Chavez'in aracının
bulunduğu konvoyun güzergâhı üzerindeki caddelere akın eden halk, 57 yaşındaki
Venezüella liderine moral vermeye çalıştı.
Küba'da havaalanında Devlet Başkanı Raul
Castro tarafından karşılanan Chavez, bugün bazı testler için Kübalı doktorlarla
görüşmeyi planladığını söyledi. Chavez, Venezuela devlet televizyonuna
telefonla yaptığı açıklamada, her şeyin yolunda gideceğine dair inançlı
olduğunu belirterek, yanına vakit geçirmek için bir kutu dolusu kitap aldığını
kaydetti.
Hugo Chavez, doktorların çıkaracağı tümörün
kötü huylu olabileceğini ifade ederken, hastalığın Ekim ayında yapılacak devlet
başkanlığı seçiminde kazanacağı zaferi engelleyemeyeceğini belirtti. Venezuela
Devlet Başkanı, ülkesinden ayrılmadan önce de müttefiklerine ve askerlerine
hitaben yaptığı konuşmada, İsa Peygamber ve Güney Amerika bağımsızlığının
simgesi Simon Bolivar'a atıflarda bulundu.
Geçen yıl Küba'da geçirdiği kanser
ameliyatının ardından, Kübalı doktorlar, Venezuela Devlet Başkanı Hugo
Chavez'in pelvis bölgesinde yeni bir lezyon bulduklarını açıklamışlardı.
Demokrat Haber
'İran tehdidi' mi? Bir de bu haritaya bakın...
İran'a karşı bir savaş gündemi tekrar ısınmışken, ABD ve İsrail bir kez daha "İran tehdidi" propagandasına başladı. Oysa İran'ın her tarafı, ABD üsleriyle çevrili. Tehdit altında olan bir ülke varsa, o da İran.
Aşağıdaki haritada, İran'ın etrafındaki bilinen belli başlı ABD üsleri işaretlenmiş bulunuyor. ABD birçok üssü gizli tuttuğu, veya kağıt üstünde bazılarına sahip olmadığı için, bu veriler değişebiliyor. Harita için 2005 yılında Democratic Underground tarafından hazırlanan harita üzerinde geçtiğimiz hafta Informed Comment'ten Juan Cole tarafından yapılan güncellemeleri esas aldık.
Harita, belirttiğimiz gibi, belli başlı üsleri gösteriyor. Gerçekte durum bundan çok daha öte. Sadece Afganistan'da ABD'nin irili ufaklı 450 civarında üssü var. Haritada, ABD'nin dünya genelinde 60 civarında sahip olduğu insansız hava uçakları üsleri ise görülmüyor.
(soL - Dış Haberler)
İşte ABD üslerinin yarattığı ‘kültürel ve iktisadi zenginlik’
23/02/2012
Savunma Bakanı İsmet Yılmaz dün NATO’nun“kültürel bir zenginlik” olduğunu, Kürecik’e yapılmakta olan füze radar üssünün de “ekonomiyi canlandıracağını söyledi. Dünya çapındaki ABD askeri üslerinin ne çeşit bir “canlılık” ve “kültür” yarattığını araştırdık.
Carlos Latuff |
Dünya çapına yayılan ABD askeri üslerinde ve kurulu bulundukları bölgelerde yaşananlara bakarak, üslerin ne çeşit bir canlılık ve zenginlik kaynağı olduğu görülebilir. Zira Irak ve Afganistan’dakilerle birlikte bütün dünyaya yayılmış olan 1000’in üzerindeki ABD askeri üssü, Bakan İsmet Yılmaz’ın yaklaşımına göre büyük bir canlılık ve zenginlik yaratıyor olmalı
Okinawalılar üslerden neler kazandı?
ABD ile Japonya arasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan Kuvvetlerin Durumu Antlaşması çerçevesinde halen Japonya’da 50 bin civarında ABD askeri bulunuyor. Bu askerlerin büyük bir bölümü ise Okinawa Adası’ndaki askeri üslerde ikamet ediyor.
Geçtiğimiz yıllarda Okinawalı köylüler adadaki ABD denetimiyle ilgili Japon mahkemelerine başvuruda bulunduklarında, mahkemelerden Japonya’nın ABD’nin askeri operasyonları üzerinde herhangi bir tasarrufu olamayacağı yanıtını almışlardı. Köylülerin konuyu mahkemeye taşımak istemeleri nedensiz değil. Adada doğan bebekler arasında, ülke ortalamasına kıyasla, daha yüksek bir oranı düşük doğum ağırlığına sahip; kanser ve lösemi ise daha yaygın. Bu sağlık sorunlarıyla petrol, solventler, ağır metaller gibi askeri üs kaynaklı atıklar arasındaki ilişki ise akademik çalışmalarla gösterilmiş. Hatta ada sakinleri 1996’da ABD Deniz Piyadeleri tarafından talimlerde okyanusa atılan seyreltilmiş uranyum bombalarının şarapnellerini bulmuş. Ancak söz konusu atıklar, adadaki toprak, su ve havayı zehirlemiş olsa da, ABD ile Japonya arasındaki askeri anlaşma çevresel temizliğe yönelik herhangi bir hüküm içermiyor.
Gerçek mühimmat kullanılarak yapılan tatbikatların çok sayıda orman yangınına, toprak kirlenmesine, yer sarsıntılarına ve kazalara neden olduğunu gösteren bulgular da mevcut. Üslerdeki askeri faaliyetin çevreyi tahrip etmesinin örnekleri kuşkusuz sadece Okinawa’da gözlemlenmiyor. Örneğin 2003’te yerel halkın ayaklanması üzerine kapatılan Porto Riko’daki Vieques üssü boşaltıldıktan sonra geriye patlamış ve patlamamış durumda binlerce bomba, seyreltilmiş uranyum, ağır metaller, petrol, çeşitli yağlar, solventler ve asitle kaplanmış bir alan kaldığı aktarılıyor. Vieques’de kanser yüzdesinin Porto Riko genelinden yüzde 30 yüksek olduğu bildiriliyor.
ABD üssünün Okinawa ekonomisine ve kültürüne yaptığı “katkılar”dan bir diğeri de adada yaşayan 7000’in üzerinde Filipinli seks işçisi. Filipinli seks işçileri Okinawa’da ABD askerlerine “hizmet vererek” ada halkının başka kültürlerle tanışmasını da sağlıyor!
Adadaki işsizlik oranı Japonya genelindeki işsizlik oranının yaklaşık iki katı… Çünkü ada yüzde 20’si ya da ekilebilir alanlarının yüzde 40’ı ABD askeri üssü olarak kullanılıyor. Üste binlerce askerin ve ailesinin olması Okinawalıların tarım yerine hizmet sektörüne yönelmelerini beraberinde getirmiş olmalı diye düşünülebilir. Kaldı ki üste 8000 Okinawalı ABD askerlerine hizmet veriyor. Ancak Okinawa belediyesi ve Japon hükümeti ABD üslerinin pek çok masrafını karşılıyor. Gerçek mühimmat kullanılan tatbikatlardan sonra temizlik yapılması, üslere elektrik verilmesi ya da ABD askerlerinin otobanlardan ücretsiz yararlanması gibi hizmetler de Japon devleti tarafından ABD’lilere sunuluyor. Sunulan hizmetlerin toplamının asker başına yıllık 100 bin dolar maliyet anlamına geldiği tahmin ediliyor. Japon devletinin sunduğu hizmetler arasında üslere kilise yapılması gibi dini başlıklar da mevcut.
ABD askerleri kültürel alışveriş konusunda çok aktif!
ABD ile Japonya arasındaki anlaşma uyarınca askeri personel suç işlediğinde, ABD ordusu onay vermediği takdirde Japon mahkemelerinde yargılanamıyor. Okinawa’da 25 yıl içerisinde ABD askerlerinin kayda geçen 4700’in üzerinde suç işlediği bildiriliyor. İşlenen suçların başında cinsel taciz ve tecavüz geliyor.
2008’de 14 yaşındaki bir kız çocuğunun bir ABD deniz piyadesinin tecavüzüne uğraması ada halkını ayağa kaldırmıştı. 1995’te ise bir grup askerin 12 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz etmeleri 85 bin kişinin sokaklara dökülmesine neden olmuştu. Okinawalı bir kadın hakları örgütünün başkanı Suzuyo Takazato, “Sürekli olarak yapacaklarından korkarak yaşıyoruz. Yakalandıklarında hafif cezalarla salıveriliyorlar. Öyle görünüyor ki, bir kız çocuğuna tecavüz edeceksen bunu Japonya’da yap mesajı veriliyor” diyor.
Üslerdeki Amerikan askerlerinin yerel halka karşı işledikleri suçlar Okinawa’ya özgü değil. 2011’de Güney Kore’nin başkenti Seul’de iki ABD askeri genç kızlara tecavüz etmiş, ABD ordu yetkilileri olaylardan ötürü resmi olarak özür dilemişti. Tuğgeneral David Conboy, resmi özründe tecavüz eden askerlerden bir tanesinin henüz “20’li yaşlarının başında” olduğunu söylemiş ve bu asker polis tarafından sorgulansa da tutuklanmamıştı.
ABD askerleri 1967 ile 2002 arasında Güney Kore’de 52 binin üzerinde suça karıştı. Suç işleyenlerden çok azı cezalandırıldı. Tecavüzcü iki asker de derhal ABD’ye geri yollandı. 1998’de İtalya’da yaşanan bir olayda ise ABD’li pilotun bir teleferiğin kablolarını kopartması sonucunda 20 kişi ölmüş, ancak pilot yargılanmak üzere İtalyan makamlarına teslim edilmemişti.
Üslerin içindeki “kültürel ortam”
Temmuz 2005’te kadın piyade LaVena Johnson’un, henüz 19 yaşındayken, Irak’taki Balad askeri üssündeki odasında ölü bulunduğu ailesine bildirildi. Ordu başlangıçta cinayet soruşturması başlatmış, ama daha sonra soruşturma aniden kapatılarak, Johnson kendisini tüfeğiyle vurarak intihar ettiği söylenmişti. Ancak Johnson’un ailesi durumdan kuşkulandı; çünkü kızlarının her gün kendilerine telefon ettiğini ve sesinin mutlu geldiğini söylüyorlardı. Johnson’ın emekli asker olan babası kızının cenazesini gördüğünde kuşkuları daha da arttı. Çünkü cesedin yüzünde morluklar vardı, silah yarası otopsi sonuçlarında söylenene uymuyordu ve eldivenleri eline yapıştırılmış durumdaydı. Johnson, kızının olay yerinde çekilen fotoğraflarına ulaştığında kızının, üste tecavüze uğradıktan sonra öldürüldüğünden emin oldu.
2007 yılında ABD ordusunda bildirilen cinsel taciz suçlarından yalnızca yarısı hakkında resmi işlem yapıldı; iddiaların üçte biri hakkında soruşturma başlatıldı ve sadece vakaların yüzde 8’inde ceza verildi. Aynı yıl Emekli Askerler Bakanlığı’nın yayımladığı bir raporda, ordudan ayrılmış kadın askerlerin yüzde 20’sinin askeri tesislerde tecavüze veya cinsel tacize uğradıkları yazılmaktaydı. Savunma Bakanlığı ise ordudaki tecavüz vakalarının yüzde 80’inin bildirilmediğini kabul ediyor.
California Senatörü Jane Harman konuyla ilgili Kongre’deki tanıklığında “ABD ordusuna hizmet veren kadınların Irak’ta düşman tarafından öldürülmesi ihtimali kendi askerlerimizin tecavüzüne uğrama ihtimalinden daha düşük” diyordu.
ABD’nin dünya çapında 1000’in üzerinde askeri üssü bulunuyor. Yabancı ülkelerde bulunan askeri üslerin yüzde 95’i ABD’ye ait… Burada aktardıklarımız ise bu üslerin bulundukları ülkelere kültürel ve iktisadi “katkılarının” yalnızca çok küçük bir bölümü…
(soL-Dış Haberler)
Yunanistan'da egemenlik tartışması
Yunanistan, Almanya'nın, ülkenin devlet bütçesi kontrolünün Avrupa Birliği (AB) tarafından yapılması ve Almanya Başbakanı Merkel'in Atina'ya bir "Bütçe Komiseri" atanması önerisini tartışıyor
ATİNA -Kathimerini gazetesinin editoryal yazısında, Berlin'in 1. Dünya Savaşı sonrasıkendisine yapıldığı gibi AB'ye kendi isteklerini empoze edemeyeceği belirtilerek ancak dürüst davranarak özeleştireler de yapmak gerektiği kaydedildi.
Yazıda egemenliğin teslim edildiği yönündeki eleştirilere hedef olan tartışma konusunun altında, ülkenin servetini boşa harcayan politikacıların olduğu ifade edilerek, “Bir Avrupa komiserinin Yunan halkının emeğine politikacılarımızdan daha az saygı göstereceğini kim söyleyebilir?” denildi.
‘MAAŞLAR İÇİN BORCA BAĞIMLIYIZ’
Yazıda egemenliğin teslim edildiği yönündeki eleştirilere hedef olan tartışma konusunun altında, ülkenin servetini boşa harcayan politikacıların olduğu ifade edilerek, “Bir Avrupa komiserinin Yunan halkının emeğine politikacılarımızdan daha az saygı göstereceğini kim söyleyebilir?” denildi.
‘MAAŞLAR İÇİN BORCA BAĞIMLIYIZ’
Yunanistan'ın maaşları ve emekli aylıklarını ödemek için ortaklarının verdiği borca bağımlı olduğuna dikkati çekilen yazıda, “İtibarımızı ve egemenliğimizi, yetersiz ve ahlaken bozuk politikacıların ülkenin geleceğini özel çıkarları ve müşterilerini tatmin etmeleri için rehin etmelerine izin verdiğimizde, uzun süre önce kaybettik” ifadeleri kullanıldı.
ELEFTEROS TİPOS: ALMANYA GERİ ADIM ATTI
Elefteros Tipos gazetesi, "Hoşnutsuzluktan sonra Almanya geri adım attı" başlıklı haberinde Almanya'nın Atina'ya denetimci tayini teklifinin dünkü AB airvesinde tüm Avrupa liderleri tarafından toplu bir şekilde protesto edildiğini ve Merkel'in bu kabul edilemez tezini terk etmesine yol açtığınıyazdı. Gazete söz konusu teklifin Almanya içinde de basın ve siyasi partiler tarafından da tepkiyle karşılandığını yazdı.
Aynı gazetenin ilgili başmakalesinde, "Almanya'nın Yunanistan'ın mali işlerindeki kontrolüyle ilgili bu tahrik edici teklifinin hiçbir hükümetten kabul görmeyeceği ortadadır. Ancak Papandreu'nun 2 yıl önce meşhur destek mekanizmasına başvurma kararıyla ülke aslında kreditörlerin sömürgesine dönüştürüldü ve ulusal egemenliğinin önemli bir kısmı troykaya tahsis edildi" denildi.
AB zirvesinde Atina'ya kredi diliminin tahsis edilmesi için 2012-2015 yıllarıarasında ek önlemlerin alınması için hafta sonuna kadar zaman tanındığıvurgulanarak "Troyka'nın ültimatomu" değerlendirmesinde bulunuldu.
ETNOS: YENİ KREDİ İÇİN ALMAN KAŞALOTLUĞU
Etnos gazetesi de "Yeni kredi için Alman kaşalotluğu" başlıklıhaberinde AB zirvesinde Atina'ya yeni kredi dilimi için yeni ekonomik önlemlerin alınması ve kesintilerin yapılması için çok büyük baskı yapıldığınıyazdı.
Aynı gazete Almanya'nın denetimci teklifi ile ilgili haberde "Fırtınadan sonra Merkel'den geri adım" başlığı altında diğer liderlerin bu fikre karşı olan açıklamalarına yer verdi.
Aynı gazete başmakalesinde, şu an Yunanistan'a verilen ciddi ekonomik yardımın, sorunu çözeceğine aksine gerginlik yarattığını, baskıların ise hem büyük hem de koordineli bir şekilde yapıldığını yazdı.
Başka bir yorumda ise “Almanya'nın Yunanistan'a karşı saldırısının”Avrupalıları da kendi ülkelerinin geleceği konusunda endişelendirdiğine işaret edilerek, Spiegel dergisinin "Euro-şerif" başlıklı makalesine yer verildi.
“NEİN'LER DENETİMCİYİ ÖLDÜRDÜ”
Ta Nea gazetesi ise “Nein'ler denetimciyi öldürdü” başlıklı haberinde Almanya'nın söz konusu teklifinin gerek Yunanistan'da gerekse Avrupa'da hoşnutsuzlukla karşılandığı, Almanya'da bile tepki çektiği belirtilerek, Fransa CumhurbaşkanıSarkozy'nin de bu antidemokratik önlemden söz ettiğine işaret edildi.
Atina'ya reform ve taahhütlerini yerine getirmesi için baskı yapıldığına dikkati çekilen haberde, AB zirvesinin ardından gece saatlerinde bir basın toplantısı yapan Başbakan Papadimos'un ise halen ciddi sorunların mevcudiyetini kabul ettiğini ancak siyasi partilerin ve milletvekillerin görevlerini yerine getireceklerinden emin olduğunu söylediğine dikkati çekildi.
Aynı gazete Almanya'nın denetimci teklifiyle ilgili başmakalesinde Yunanistan ve Avrupa'daki toplu tepki ile, Almanya'nın bu fikrini iptal ettiği kaydedildi.
Ancak ülkede genel olarak bütçenin uygulanmadığı ve hep sapmalar olduğu için önerinin, bir Yunan denetimci veya daimi bir bakanın atanmasını tekrar gündeme getirdiğine işaret edildi.
SİYASİLER DE TEPKİLİ
Yunanistan'da tüm siyasetçiler de Almanya'nın bütçe komiseri atanması önerisini olumsuz karşıladı.
Hükümet sözcüsü Pandelis Kapsis, "Bütçesinin uygulanmasının sadece Yunan hükümetinin yükümlülüğü olduğunu ve bu tür önlemlere gerek olmadığını"vurguladı.
PASOK lideri ve Eski Başbakan Yorgo Papandreu da söz konusu fikri reddederek, "Bu fikrin kabul edilmesi halinde Avrupa'daki demokrasinin sabote edilmesine izin vereceğiz" şeklinde konuştu.
Ana muhalefet Yeni Demokrasi Partisi (ND) milletvekili Hristos Staikuras da, "Bu tür şartların kabul görmesinin mümkün olmadığını" belirtti.
Ortodoks Halk Partisi (LAOS) lideri Yorgo Karacaferis "Bunlar komikşeyler, işgal hem de gönüllü... olamaz" dedi.
Radikal
Libya'da bir kent Kaddafi yanlılarının eline geçti
24/01/2012
Emperyalizm destekli Ulusal Geçiş Konseyi Libya’da kendi içindeki birliği ve kontrolü sağlayamamışken, Beni Velid kentinde de süren çatışmalar sonucu Kaddafi yanlıları kentte kontrolü ele geçirdi.
Libya’nın en büyük aşireti olan Varfallah aşiretinin bulunduğu Beni Velid şehri, Kaddafi yandaşları tarafından kontrol altına alındı. Reuters’ın verdiği habere göre Ulusal Geçiş Konseyi güçleriyle yaşanan çatışmada dört kişi hayatını kaybederken, 20 kişi yaralandı.
Beni Velid, Kaddafi karşıtı güçlere en son teslim olan şehirlerden biriydi. Aşiret, Ulusal Geçiş Konseyi güçlerinin şehre girmesine izin vermiş olsa da yeni yönetimle aşiret arasında tam olarak anlaşma sağlanamadı ve kentte yeni yönetime karşı zaman zaman şiddet olayları yükselmekteydi.
Çatışma, bazı Kaddafi yandaşlarının tutuklaması üzerine çıktı ve diğer yeni iktidar karşıtlarını da harekete geçirdi. Tanıkların Reuters’a bildirdiğine göre çatışmanın sona erdiği şehirde şu anda eski rejimin sembolü olan yeşil bayrak dalgalanmakta.
(soL-Dış Haberler)
Kaddafi'yi deviren muhalifler birbirlerine düştü
Birlik olup Muammer Kaddafi'yi deviren muhalifler, iktidar yüzünden karşı karşıya geldi.
23/01/2012
Ulusal Geçiş Konseyi'nin merkezini basan grup, eşyaları yağmaladı. Kalabalık, konseyin başkanı Mustafa Abdülcelil'e de saldırdı.
LİBYA YİNE GERİLDİ
Libya'da Muammer Kaddafi'yi deviren göstericiler şimdi de Ulusal Geçiş Konseyi'nin (UGK) merkezini basıp hükümetin başındaki Mustafa Abdülcelil'in arabasını ateşe verdi. Genel merkezin bulunduğu bina kompleksinin dış kapısını el bombalarıyla havaya uçurarak genel merkezin kapılarının önünde gösteri düzenleyen göstericiler, Abdülcelil'in, kendilerini yatıştırmak için binanın ikinci katındaki penceresinden yaptığı konuşmayı ellerindeki boş şişeleri fırlatarak kesti. Daha sonra Abdülcelil'in zırhlı aracını ateşe veren göstericiler, genel merkezdeki mobilya ve elektronik eşyaları yağmalamak amacıyla pencereleri kırarak genel merkeze saldırdı. Binadaki bir güvenlik yetkilisi sivil giyimli 50 kadar koruma görevlisinin olaylar olduğu sırada protestocuları yatıştırmaya çalıştıklarını söyledi. Libya'daki iç savaş sırasında devrimci güçlerin bir komutanı olarak görev yapan güvenlik yetkilisi, Abdülcelil'in binanın içinde olduğunu ve binayı terk etmeyi reddettiğini belirtti. Olayların ardından UGK Başkan Yardımcısı Abdulhafız Goka'nın istifasını sunduğu bildirildi.
Bingazi'deki UGK genel merkezinin önüne çadır kuran ve iki haftadan beri protesto gösterilerini sürdüren göstericiler, geçici hükümetin hazırladığı kanun taslağının halka danışılmadan yapıldığını savunuyor. Geçici hükümeti belirleyecek seçimlerin nasıl yapılacağına ilişkin kanunları bir paket halinde geçirmesi beklenen UGK, kanun taslağının hazırlanma sürecinde kamuoyundan gelen teklifler arasından sadece internet üzerinden yapılanları dikkate almakla eleştiriliyor.
ARACI ATEŞE VERDİLER
Kapıyı el bombalarıyla havaya uçurarak genel merkeze giren göstericiler, buradaki mobilya ve elektronik eşyaları yağmaladı. Yüzlerce gösterici daha sonra Abdülcelil'in zırhlı aracını parçalayıp ateşe verdi.
İran'dan emperyalizme 'Yeşil' ışık
İran'daki muhalif "Yeşil Hareketi"nden, Suriye'ye yönelik bir emperyalist müdahaleye destek veren sesler çıkıyor. Batının İran'daki muhalefetin gerçek temsilcisi olarak parlatmaya çalıştığı Yeşil Hareketi'nin Suriye'deki pozisyonu, İran'a yönelik bir müdahalede neler yaşanacağının da göstergesi.
Suriye'ye yönelik emperyalist müdahale için koşullar olgunlaştırılırken, ülkenin yanı başındaki İran'dan da "muhalif" sesler yükselmeye başladı. "Yeşil Hareket" olarak bilinen İran muhalefeti, "Suriye Devrimi'ni desteklemediği" için İran yönetimini kınadı. Yeşil Hareket'in Suriyeli muhalifleri ve işbirliği içinde oldukları Batılı ülkeleri desteklediği anlamına gelen bu ve benzeri gelişmeler, İran muhalefetinin emperyalist bir saldırının propaganda çalışmasında üstlendiği rolü bir kez daha ortaya koydu.
Hareketin lideri olan eski başbakan Mir Hüseyin Musavi ile doğrudan temas halindeki koordinasyon komitesinin Suriye Ulusal Konseyi'ne bağlı "Suriye Devrimi Yüksek Konseyi"ne geçtiğimiz Ekim ayında gönderdiği mesajda, "Yeşil Hareket'in Suriyeli muhaliflerle dayanışma içinde olduğu" vurgulanırken, "İranlıların Suriye devrimini desteklemesi için" de Facebook'ta bir kampanya başlatılmıştı. Suriye'ye emperyalist müdahale çağrıları, İran'da olduğu kadar ülke dışında da tanınan isimler yoluyla da yapılmaya başlandı.
Suriye işaret edilince İran da payını alıyor
Madalyonun diğer yüzünde ise, İranlı muhaliflerin, "emperyalizmin İran'a müdahale etmesi" beklentisi yatıyor. Özellikle de Yeşil Hareketi'nin İran'da yaşayan liderlerinin, İran hakkında, emperyalist saldırı anlamına gelen "insani müdahale" çağrılarını açıkça yapmaları "siyasi intihar" olacağı halde, Suriye üzerinden dolayımlı bir şekilde de olsa, benzer temel argümanların kullanıldığı açıklamalar ardı ardına geliyor.
İran'daki en büyük muhalif öğrenci birliği olan ve "Tahkim Vahdet" adıyla bilinen İslami Öğrenci Birliği'nin eski sekreteri Ali Afşari, Batılı ülkelerin Suriye'ye askeri müdahalesi için çağrıda bulunan Yeşil Hareketi'nin önde gelen isimlerinden biri olarak dikkati çekti. Geçtiğimiz Aralık ayında, İnsan Hakları Savunucuları Haber Ajansı'nın (HRANA) röportaj yaptığı Ali Afşari, "uluslararası toplumun, Beşar Esad'ın devlet baskı aygıtını yok etmesi gerektiği ve Beşar Esad'ı durdurmak için uçuşa yasak bölge uygulaması ile zırhlı araçlara ve tanklara ihtiyaç olduğu"nu söyledi. Geçtiğimiz Ekim ayında ise, NATO'nun Libya'ya saldırısı hakkında bir makale yazan Ali Afşari, övgü dolu ifadeler kullandı. "İnsani müdahalenin amacının, hükümet yanlısı güçler ile muhalifler arasındaki mücadele için eşit ve adil bir oyun alanı oluşturmak olduğu"nu yazan Afşari, "Libya örneğinde gözlenen insani müdahalenin, muhalif halk gösterilerinin yaşanmadığı Irak ve Afganistan'daki ABD işgalinden farklı olduğu" iddiasında bulundu. Afşari'nin Libya hakkında yazdığı bu satırlar Suriye kadar İran için de yolu açıyor.
Yeşil Hareket'in önde gelenlerinden Mustafa Taczade de geçtiğimiz Ağustos ayında, ülkenin Şii din adamlarına bir açık mektup yazdı. Mektupta, "kana susamış" olarak nitelendirdiği Beşar Esad yönetimine İran'ın verdiği desteği eleştirirken, Suriye'deki muhalif gösterilerin, İranlıların kendi mücadelelerinin bir parçası olarak değerlendirilmesi ve Libya, Tunus, Yemen ve Suriye'deki kitlesel gösterilerle dayanışma içinde olunmasını istemişti.
Şirin Ebadi: Nobel Barış ödüllü bir savaş kışkırtıcısı
2003 yılında Nobel Barış Ödülü verilen avukat Şirin Ebadi ise, İran Yeşil Hareketi'nin uluslararası üne sahip bir diğer yüzü... Mahmut Ahmedinejad'ın 2009 yılında yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından İngiltere'ye yerleşen Ebadi, Batılı ülkelerin İran karşıtı propagandasının da önemli figürlerinden biri olmuştu.
Geçtiğimiz yıl boyunca Suriye'ye emperyalist müdahaleyi savunan yazılar kaleme alan Şirin Ebadi, bu durumun, Yeşil Hareket adı altındaki muhalefetin İran içindeki etkisini artırmaya yardımcı olacağını vurgulamıştı. Geçtiğimiz Nisan ayında, George Washington Üniversitesi'ne bağlı Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü'nde yaptığı bir konuşmada, Esad'ın devrilmesinin İran'da demokrasiyi "teşvik edeceği" yönündeki iddiasını dile getirdi. Ebadi, ABD'nin mezhep gerilimlerini körükleme politikasını yansıtan konuşmasında ayrıca, Baas yönetimini Şii azınlığın iradesini Sünni çoğunluğa dayatan bir yönetim olarak tanımlarken, geçtiğimiz yılın Mart ayında başlayan muhalif gösterileri bastırmak için İran'ın Suriye'ye destek gücü gönderdiği iddiasını tekrarladı.
Şirin Ebadi son dönemde de İran'a yaptırım uygulanması yönündeki kampanyayı ve emperyalist ülkelerin provokatif eylemlerini açıkça onaylayan ifadeleriyle gündemde yer almaya başladı. Ebadi, 30 Aralık 2011 tarihinde Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan yazısında, ABD ile Avrupa ülkelerinin İran'a yönelik yaptırımlar nedeniyle övgüyü hak ettiklerini ifade ederken, "sadece BM Güvenlik Konseyi, zorlayıcı araçları kullanma yetkisi ile, temel vatandaşlık haklarına yönelik ihlalleri durdurması için İran yönetimine anlamlı bir baskı uygulayabilir. İran'ın insan hakları ihlallerine karşı uluslararası yaptırımların genişletilmesi ve derinleştirilmesi gerekiyor" diye yazdı.
"Suriye Devrimi" desteği, İran seçimleri için de bir kalkış noktası
"Muhalifler"in düzenlediği protesto gösterilerinin emperyalist müdahaleye gerekçe bulma konusunda sunduğu fırsatlar Libya örneğinde iyi kullanılmışken ve Suriye için de saatin yaklaşmakta olduğunu gösterirken, 2012 İran seçimlerinin de, "muhalefet" tarafından sokağa çıkmak için kullanılacağını söylemek mümkün. Nitekim, İranlı muhalifler Suriye konusundaki çıkışlarını yaklaşmakta olan parlamento seçimlerine işaret ederek tamamlıyor. Yeşil Hareketi'nden Ali Afşari'nin "seçim atmosferinin, oy sandıklarından daha fazlası anlamına geldiği"ni söylemesi, İranlı muhaliflerin Suriye konusundaki çıkışlarının bir yandan da İran muhalefetinin yeniden canlandırılması amacını taşıdığını gösteriyor.
Nedir bu "Yeşil Hareket"
Yeşil Hareket, İran'da 2009 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ortaya çıkmış, başta başkent Tahran olmak üzere büyük şehirlerdeki kentsel nüfusun varlıklı kesimlerini, "reformcu" eski Başbakan Mir Hüseyin Musavi kampanyası kapsamında seferber etmeye çalışmıştı. Eski Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani'nin mali ve lojistik desteğini alan hareket, ABD'nin yanı sıra, Batılı ülkelerin kimi "sol" partilerinden de yaygın bir destek gördü.
Mir Hüseyin Musavi önderliğindeki Yeşil Hareket'in çatısı altında binlerce İranlı, Mahmut Ahmedinejad'ın yeniden seçildiğinin duyurulmasının ardından seçimlerde hile yapıldığı iddiasıyla başkent Tahran'da, Şiraz'da ve İsfahan'da sokağa dökülmüş ve çatışmalar yaşanmıştı. Sokağa dökülenlerin birçoğunun "rejimden duyduğu rahatsızlığı duyurmak için Musavi'yi ve seçim sonuçlarını bahane olarak değerlendiren sıradan insanlar olduğu" biçiminde yorumlara rastlansa da, Yeşil Hareket Batı basınında "İran muhalefeti" olarak sunuldu ve Musavi de "reformcu lider" ilan edildi.
Oysa, Ayetullah Humeyni'nin yaşadığı ve ülkenin dini liderliğini sürdürdüğü bir dönemde 8 yıl başbakanlık yapan Musavi, İran'ın İslamî rejimini devirmek bir yana, seçim kampanyası ve sonrasındaki söylemlerinde "İmam Humeyni'nin mirası"ndan övgüyle bahsetmişti. Protesto gösterilerinin ilk haftalarında, gönüllü İslam Devrimi Muhafızları olarak bilinen Besiçler hakkında atılan "Kahrolsun Besiç" sloganına karşı yayınladığı bildiride de "halkın, Besiçleri kardeşleri olarak görmeleri gerektiği"ni söylemişti.
Muhalif "Yeşil Hareketi"nin lideri bir ölüm meleği...
Yeşil Hareketi'nin lideri Mir Hüseyin Musavi, İran Başbakanı görevini sürdürdüğü 1988 yılında on binlerce siyasi tutuklunun katledilmesinde yer aldı.
1988'de başkent Tahran'daki Evin Hapishanesi'nde 30 binin üzerinde solcu ve ilerici siyasi tutuklu, hukuksuzca, çoğu idam cezası almadığı ve kimilerinin de mahkemeleri bile sonlanmadığı halde birkaç gece içerisinde idam edilmiş, cenazeleri ailelerine teslim edilmeden boş bir toprak alandan ibaret olan Khavaran toplu mezarlığına gömülmüştü. Ölenlerin çok büyük çoğunluğu, 1979 İran devriminden sonra Humeyni tarafından kurulan İslam rejimine karşı olan Marksist "Halkın Mücahitleri" örgütü üyeleriydi.
"Yeşil Hareketi"nin ABD ile bağlantıları
Bu yüzden, Yeşil Hareket çatısı altında sokağa dökülen İranlıların pek çoğu rejime karşı olsalar da, Musavi liderliğindeki Yeşil Hareket'in "rejim muhalifi" olarak değerlendirilmesi mümkün değilken, temel özelliğinin ABD yanlılığı olduğunu vurgulamak gerekiyor.
İran'daki öğrenci hareketinin temsilcilerinden ve Yeşil Hareket'in önde gelen isimlerinden biri olan Ali Afşari, 2004 ve 2006 yıllarında ABD'ye "getirilmişti". Afşari, ABD'li senatörler Rick Santorum ve Joe Lieberman tarafından, ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi'nin toplandığı US Capitol'de düzenlenen bir panelde konuşmuştu. Yeşiller'e bağlı web siteleri ile online haber ajanslarından özellikle "liberal" öğrenci grupları tarafından yürütülenlerinde düzenli olarak makaleleri yayınlanan Afşari'nin dikkat çeken bir diğer özelliği ise, Voice of America'nın Fars dili programının yürütücülerinden biri olması...
(soL-Dış Haberler)
Ahmedinejad’ın Latin Amerika turu sürüyor
13/01/2012
İran Devlet Başkanı Ahmedinejad Venezula, Nikaragua ve Küba’nın ardından Ekvator’a yaptığı ziyaretle beş günlük Latin Amerika turunu sürdürüyor. Ahmedinejad’ın Ekvator ziyareti için ABD'li Temsilciler Meclisi Başkanı Ros-Lehtinen, İran’ın Ekvator’dan uranyum almaya çalıştığı iddiasında bulundu.
İran Devlet Başkanı Ahmedinejad Latin Amerika turunu ABD’nin yoğun ilgisi altında sürdürüyor. Son zamanlarda İran’a ambargo uygulanması konusunda baskılarını arttıran ABD, Latin ülkelerinin İran’ı açıktan destekleyen açıklamalarından hoşnutsuzluğunu her fırsatta dile getiriyor. Ancak, Latin ülkelerin devlet başkanları ABD’nin yaklaşımını eleştirmekten geri durmuyorlar.
Chavez: biz yoksulluğa karşı bomba hazırlıyoruz
İran Devlet Başkanının ilk durağı Venezuela oldu. Ahmedinejad Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez ile bir araya gelerek, iki ülke arasında ekonomik ve siyasi işbirliğinin ilertilmesi üzerine bir görüşme gerçekleştirdi. Son on yılda, Venezuela ve İran arasında başta inşaat projelerinin yanı sıra araba, traktör fabrikaları, enerji girişimleri, bankacılık programları olmak üzere 270’ten fazla anlaşma yapılmış durumda. Son olarak İran’ın Venezula’da 14 bin konutluk bir proje yürütmesinin yanı sıra tarım ve gıda tesisleri konusunda yardımcı olduğu biliniyor.
Hugo Chavez, İran’la yürüttükleri işbirliği için “Biz sadece yoksullukla mücadele amaçlı bombalar hazırlıyoruz” yorumunda bulundu. Ahmedinejad ve Chavez, iki ülke arasındaki işbirliğiyle ilgili endişelerin yersiz olduğunu vurguladı.
Ortega: İsrail nükleer gücünden vazgeçmeli
Venezuela’nın ardından Nikaragua’ya geçen Ahmedinejad, Devlet Başkanı Daniel Ortega ile görüştü. Bölgeye barışın gelmesini İsrail’in nükleer gücünden vazgeçmesine bağlayan Ortega, batılı güçlerin bu durumu görmezden gelerek, barışçıl amaçlarla atom enerjisine sahip olmak isteyen İran’ı hedef durumuna getirdiği belirtti. İran Devlet Başkanının adalet peşinde olduğunu vurgulayan Ortega, barışçıl bir çerçevede nükleer enerjiden yararlanmanın İran’ın hakkı olduğunu söyledi.
Raul Castro: Verimli bir ziyaret
Venezuela ve Nikaragua’nın ardından Küba’yı ziyaret eden Ahmedinejad Raul Castro’nun yanı sıra Fidel Castro ile de görüştü. Ahmedinejad, Fidel Castro ile yaptığı görüşmenin ardından, Castro’nun gündemi yakından takip ettiğini belirtti. Raul Castro, Ahmedinejad’ın ziyaretinin verimli olduğunu vurgularken, Küba tarafından resmi bir bildiri yayınlandı. Bildiride, uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler yasaları çerçevesinde nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasının savunulduğu vurgulandı.
Küba ziyareti esnasında Havana Üniversitesinde bir konferansa katılan Ahmedinejad, kapitalist sitemin çöktüğüne vurgu yaparak, yeni bir düzen ve bakış açısına ihtiyaç olduğunu belirtti. Konuşmasında ABD’yi eleştiren Ahmedinejad, İran’ın tepki gösterilmesine yol açacak bir girişimde bulunmadığını kaydetti. Ahmedinejad’a Havana Üniversitesi tarafından fahri doktora ünvanı verildi.
Son durak, Ekvator
Ahmedinejad, Küba’nın ardından Rafael Correa ile bir araya gelmek üzere Ekvator’a geçti. İran Devlet Başkanının Latin Amerika ülkeleri ile yaptığı görüşmeleri yakından takip eden ABDli yetkililerden Ekvator ziyareti ile ilgili açıklama geldi.
ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı, Florida milletvekili Ros Lehtinen yaptığı açıklamada, İran Cumhurbaşkanının Latin Amerika turunun son durağı olan Ekvator’da bulunan uranyum rezervinin gündeme gelebileceğini iddia etti. Ros Lehtinen, iki ülke arasında son yıllarda ekonomik açıdan yaşanan işbirliğinin böylesi bir gelişmeye yol açabileceğini söyledi.
ABD İran’ı izole etmeye çalışıyor
İran’ın nükleer programını durdurmaya çalışan ABD, AB ülkelerinin yanı sıra Japonya, Çin ve Rusya’yı da ambargo konusunda ikna etmeye çalışıyor. Rusya’dan yakın zamanda İran’ın nükleer programından endişe edildiği yönünde açıklama gelirken, Japonya İran’dan petrol ithalini azaltacağını açıkladı.
Öte yandan İran’da yürütülen nükleer programda çalışan 32 yaşındaki Mustafa Ahmedi Roshan Tahran’da bombalı saldırı ile öldürüldü. Roshan son iki yılda öldürülen dördüncü bilim insanı. İran saldırının ABD tarafından gerçekleştiğini iddia ederken, ABD saldırıyı kınadıkları yönünde açıklama yaptı.
(soL – Dış Haberler)
İran'da bir nükleer profesörüne daha suikast
11/01/2012
İran'ın başkenti Tahran'da meydana gelen bombalı saldırıda nükleer enerji profesörü Mustafa Ahmedi Ruşen hayatını kaybetti. Tahran yönetimi saldırı ile ilgili olarak İsrail'i sorumlu tutarken, son yıllarda İranlı bilim insanlarına dönük suikastlar dikkat çekiyor.
İran'ın başketi Tahran'da bu sabah bir nükleer enerji profesörüne bombalı suikast düzenlendi. Kimliği belirlenemeyen motosikletli bir kişi tarafından araca bomba yerleştirilmesi yolu ile gerçekleşen saldırıda nükleer bilimci Mustafa Ahmedi Ruşen'in yanı sıra, Ruşen'in şoförü de hayatını kaybederken, patlama sırasında araç yakınında olan bir kişi yaralandı.
Monte edilebilir şekildeki bombanın araca seyir halinde iken yerleştirildiği, saldırganın yakalanamadığı bildirildi.
32 yaşında olduğu belirtilen Ruşen'in Şerif Teknoloji Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü'nden mezun olduğu ve Natanz Nükleer Santrali'nde ticari işler müdür yardımcısı olarak çalıştığı ifade edildi.
Suikast ile ilgili açıklama yapan Tahran Vali Yardımcısı Seferali Baratlo, kullanılan bombanın daha önce bilim insanlarına dönük saldırılarda kullanılan bombalarla aynı olduğunu belirtti ve İsrail'i sorumlu tuttu.
İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Muhammed Rıza Rahimi, de saldırı ile ilgili olarak İsrail'i sorumlu tuttu. Rahimi, bilim alanındaki çalışmalarından vazgeçmeyeceklerini belirtti.
29 Kasım 2010 tarihinde de profesörler Macid Şahriari ve Fereydun Abbasi'ye yönelik de bombalı saldırılar düzenlenmişti. Saldırılarda Şahriari hayatını kaybederken, şu an İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olarak görev yapan Abbasi ve eşi yaralı kurtulmuştu.
Bu saldırılar ile ilgili olarak açıklama yapan İran İstihbarat Bakanlığı, İsrail, ABD ve İngiliz istihbarat servisleri Mossad, CIA ve MI6'yı suikastın sorumlusu olarak göstermişti.
Ocak 2010'da da Tahran Üniversitesi profesörü Mesud Ali Muhammedi de yine aynı şekilde, aracına motosikletli bir kişi tarafından bomba yerleştirilmesi sonucu hayatını kaybetmişti.
(soL - Dış Haberler)
"İnsani
değerlere inanmayı sürdüreceğiz"
Carlos Latuff |
Sayın Başkan,
13 Kasım 1991 tarihinde, bu Genel Kurul “ABD tarafından Küba’ya uygulanan ekonomik, ticari ve finansal ablukanın bitirilmesi gereği” konusunun incelenmesini bir sonraki oturum dönemi programına almaya karar vermiştir.
O sırada Amerika Birleşik Devletleri zalim bir oportünizm ile, tek başına mücadele etmekte olan ada etrafındaki kuşatmayı sıkılaştırmaya karar vermişti. Bunu, ABD şirketlerinin üçüncü ülkelerde bulunan bağlı ortaklıklarıyla yaptığımız gıda ve ilaç ticaretini kesen Toricelli Yasası ile yapmıştı. Bu adım, abluka yasalarının üçüncü ülkelere karşı ülke toprakları dışında uygulanmasını açık hale getiren resmi eylem olmuştur.
O tarihte, Genel Kurulun, ülkelerin kendi kaderini tayin hakkı, uluslararası hukuk, uluslararası ticaret düzenlemeleri ve Birleşmiş Milletler’in varlık sebepleriyle çok yakından alakalı olan bu konuyu 20 yıl sonra hala gündeme almak zorunda kalacağını düşünmek imkânsız olurdu.
Genel Kurul’un geleneksel gündemlerinden biri haline gelen bu konu, defaten tekrar eden beyanatlarla ve aldığı kategorik ve ezici destekle, saldırgan ülkenin izolasyonunu ve egemenlik haklarını bırakmayı reddeden bir halkın kahramanca direnişini göstermektedir.
Yirmi yıldır, uluslararası toplum defaten Amerika Birleşik Devletleri tarafından Küba’ya uygulanan ekonomik, ticari ve finansal ablukaya son verilmesini talep etti. Her yıl neredeyse oybirliğiyle onaylanan kararlar vasıtasıyla, devlet başkanları ve Genel Kurul üst düzey tartışmalarında konuya değinen delegelerin yaptığı çağrılar vasıtasıyla ve özellikle Latin Amerika ve Karayipler’dekiler başta olmak üzere hemen hemen tüm uluslararası örgüt ve ülke topluluklarının verdikleri demeçler vasıtasıyla bunu yaptı.
1996’da Helms-Burton Yasası ablukanın ülke topraklarını aşan boyutlarını emsalsiz bir şekilde genişletmiş ve “rejim değişikliği” ve Küba’ya doğrudan müdahaleyi yasanın parçası haline getirmiştir. 2004 tarihli Küba için Bush Planı, etkisiz hale gelmemiştir. 160’dan fazla ülkenin ve uzmanlaşmış Birleşmiş Milletler organlarının beyanatlarını içeren Genel Sekreter’in konuyla ilgili raporu, bu canice politikanın sürekliliğini ve Küba halkı ve ekonomisi üzerindeki doğrudan etkilerini detaylı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ablukanın uygulanması nedeniyle Küba halkının maruz kaldığı doğrudan ekonomik zarar, doların altın endeksi karşısında aşınan değeri üzerinden hesaplandığında, 975 milyar doları aşmıştır. Soykırıma karşı 1948 sözleşmesinin II. Maddesinin b) fıkrası soykırım eylemini tanımlamaktadır, aktarıyorum “…grup üyelerinin fiziksel ya da zihinsel bütünlüğüne verilen ağır zarar” ve c) fıkrasından aktarıyorum "tamamen ya da kısmen yok oluşuna sebep olacak şekilde, bir grubun varlık koşullarını istemli olarak tehdit etmek”.
6 Nisan 1960 tarihli Amerika Birleşik Devletleri hükümet genelgesinde, ablukanın amaçları “…ekonomik memnuniyetsizlik ve güçlüklere dayalı hayal kırıklığı ve hoşnutsuzluk yaratmak […] Küba’nın ekonomik hayatını zayıflatmak üzere […] Küba’ya para ve malzeme girişini engellemek, parasal ve reel ücretleri düşürmek, açlık ve çaresizlik yaratmak ve hükümeti yıkmak” olarak sıralanmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri hiçbir zaman amacının devrimci hükümeti yenmek ve halkın egemen bir şekilde savunduğu anayasal düzeni yok etmek olduğunu gizlememiştir. Eski ABD Başkanı Bush’un “rejim değişikliği” dediği ve şimdi yeni boyutlara ulaşan amaç budur.
Sayın Başkan,
Amerika Birleşik Devletleri’nin şimdiki hükümetinin vermeye çalıştığı esneklik imajına rağmen, abluka ve yaptırımlar aynı şekilde devam etmektedir, tam anlamıyla uygulamadadırlar ve ülke topraklarını aşan boyutları yıllar içerisinde güçlenmiştir. Başkan Obama döneminin ayrıksı bir özelliği, üçüncü ülkelerin yasalarına ve hükümetlerinin muhalefetine rağmen Küba’nın finansal işlemlerinin bütün dünyada engellenmeye devam etmesi olmuştur.
Küba, Amerika Birleşik Devletlerine serbest bir şekilde mal ve hizmet ihraç edememekte, Amerika Birleşik Devletlerinden serbest bir şekilde mal ve hizmet ithal edememektedir. Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütlere yaptığı ödemeler de dâhil olmak üzere, işlemlerinde dolar kullanamamaktadır. Ne üçüncü ülke bankalarında bu para birimi cinsinden hesap tutabilmekte, ne de Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bankalardan, üçüncü ülkelerdeki iştiraklerinden ya da Dünya Bankası ve Inter-Amerikan Kalkınma Bankası gibi uluslararası kuruluşlardan kredi kullanabilmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri şirketlerinin üçüncü ülkelerdeki iştirakleriyle ticaret yasağı değişmeden yerinde durmaktadır. Ülkeme yatırım yapmak isteyen diğer ülkelerden işadamları yaptırıma uğramakta, tehdit edilmekte ya da kara listelere alınmaktadır. Aşırı hassas alanlardaki işbirliği de dâhil olmak üzere, ABD uluslararası örgütlerin Küba’ya desteklerini engellediği için, uluslararası örgütler, BM programları ve örgütleri de ABD’nin bu politikasından kaçamamıştır.
AIDS, Tüberküloz ve Sıtmayla Mücadele için Dünya Fonunun, AIDS ve tüberkülozla mücadelede Küba ile işbirliği projelerinin uygulanması için ayırdığı 4,207 milyon dolarına 2011 yılı Ocak ayında el konulması buna örnektir.
Küba’nın şikâyeti üzerine ABD Hazine Bakanlığı bu yılın Mayıs ayında, bu fonları serbest bırakan bir lisans yayınlamıştır, lisansın süresi 30 Temmuz 2015 tarihinde dolmaktadır. Ancak, insani bir kuruluşun fonlarının Küba’ya ulaşabilmesi için ABD hükümetinin lisansına ihtiyaç olması ve bu aşırı derecede hassas programların ABD’nin ülkeme karşı yürüttüğü saldırgan politikanın rehinesi olarak kullanılması gerçeği, Birleşmiş Milletlere ve onu oluşturan kuruluşlara karşı rezil bir saygısızlığı göstermektedir.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından yürütülen pek çok işbirliği projesi ablukanın kurbanı olmuştur.
Belli gruptaki ABD vatandaşlarının Küba’ya seyahatine izin veren sözde yumuşama politikasının ortasında, çok yakın zamanda ABD Hazine Bakanlığı, sağlık alanında yıllardır Küba kuruluşları ile işbirliği yapan iki önemli ABD sivil toplum örgütüne Küba’ya seyahat izni vermemiştir. Bu kararın, abluka dolayısıyla ülkemizin erişemediği ilaçların bağış olarak ülkeye ulaşmasını engellemesi mümkündür.
Gerçek şu ki ABD vatandaşlarının seyahat özgürlüğü gasp edilmekte ve Küba tek yasaklı destinasyon olmaya devam etmektedir.
Sayın Başkan,
Amerika Birleşik Devletlerinin temsilcileri defaten bugün tartıştığımız konunun ikili bir mesele olduğunu ve bu sebeple bu platformda tartışılmaması gerektiğinin ifade etmişlerdir. Bu mesnetsiz argümanı muhtemelen bugün de tekrar edeceklerdir.
Gerçekler bunun tutarsızlığını göstermektedir. Burada temsil edilen pek çok üye ülkenin vatandaşları ve şirketleri, Küba’yla ekonomik ilişkiler kurdukları gerekçesiyle yaptırımlara maruz kalmıştır.
Fransız CMA CGM denizcilik ve taşımacılık şirketinin iştirakine 18 Ağustos 2011 tarihinde verilen cezalar, eğer ülke dışı uygulamaların bir örneği değilse nedir? İnternet aracılığıyla elektronik işlemlere olanak sağlayan Avrupalı iştirak PayPal’ın, Alman Rom Şirketinden web sitesindeki Küba romu ve purolarını çıkarmasını talep etmesi nasıl tarif edilebilir?
Yukarıda bahsi geçen Genel Sekreter raporunda yer alan Küba’nın yanıtından da anlaşılacağı üzere, sayısız ülke dışı uygulama örneği söz konusudur.
Sayın Başkan:
Başkan Obama’nın Küba ile ilgili yaptığı son açıklamalar karşısında birçok gözlemcinin dili tutuldu, ama bunlar bizi şaşırtmıyor. Küba hükümetinin ikili gündemdeki tüm konulara ilişkin diyalog kurma önerisine Başkan Obama’nın yanıtı, bir kez daha, absürt argümanlar ve şu ana kadar işlemeyen koşullar zemininde kaçamak bir ret olmuştur. Başkan Obama’nın pozisyonu eski, tekrar eden ve geçmişe bağlı pozisyondur; değişim için seçilen bir Başkan yerine, Cumhuriyetçiler de dâhil olmak üzere halefleri konuşuyor gibidir. Yanlış bilgilendirilmiş görünmektedir ve ülkemizde şu anda ne olduğundan, tarihimiz ve kültürümüzden tamamen bihaber görünmektedir.
Küba büyük değişimi 1959 yılında gerçekleştirmiştir. 20 bin hayat pahasına, ABD’nin güçlü adamı Batista’nın diktatörlüğünü yıkmıştır. O günden bu yana gün be gün değişmektedir ve sürekli yenilenme kapasitesi sayesinde direnmesi mümkün olmuştur. Başkaları değişmeyip durakladıkları için ya da yollarını kaybettikleri için direnememişlerdir. Bugün Küba değişmektedir ve devrim ve sosyalizm dâhilinde değişmesi gereken ne varsa kararlılıkla değiştirecektir. Daha devrimci ve daha iyi bir sosyalizm.
Sayın Başkan, 50 yıldır değişmeyen, şimdiye kadar işe yaramamış ve yaramayacak olmasına rağmen, abluka ve ABD’nin düşmanlık ve saldırganlık politikasıdır.
Ama ABD hükümetinin değiştirmek istediği değişmeyecektir. Küba hükümeti “halk için, halk tarafından oluşturulan, halkın hükümeti” olmaya devam edecektir. Seçimlerimiz açık artırma olmayacaktır. 4 milyar dolarlık seçim kampanyaları ya da seçmenin yüzde 13’ü tarafından desteklenen bir Parlamento olmayacaktır. Halktan kopuk, yolsuz siyasi elitlerimiz olmayacak. Biz plütokrasi değil, gerçek bir demokrasi olmaya devam edeceğiz. Doğru ve tarafsız bilgi hakkını savunmaya devam edeceğiz.
“Tüm adalet”i fethetmeye devam edeceğiz. Her çocuk için fırsat eşitliğini koruyacağız ve kimseyi yüzüstü bırakmayacağız. Sosyal politikalarımızdan vazgeçmeyeceğiz. Sağlık ve eğitim herkes için erişilebilir ve ücretsiz olmaya devam edecek. Çalışma hakkını, onurlu bir emekliliği ve sosyal güvenliği temin edeceğiz. Eşit işe eşit ücret norm olmaya devam edecek. Anne adaylarını ve engellileri korumaya devam edeceğiz. Bizim için insan yine en önde gelecek. Kültürümüzü savunacağız.
İnsani değerlere inanmayı sürdüreceğiz. Tüm Kübalılar için insan hakları güvence altında olacak. Ekonominin etkin olması gerekecek ama halka hizmet etmeye devam edecek. İnsanların hayatı şimdi olduğu gibi makroekonomik verilerden daha önemli olacak. Ekonomik politikalar halk tarafından tartışılmaya devam edecek. Küresel ekonomik krizin sonuçları herkes tarafından paylaşılacak. Zengin ve fakir olmasın diye serveti yeniden dağıtmaya devam edeceğiz. Yolsuzluk ve spekülasyona izin vermeyeceğimiz gibi bankaları kurtarmak için işçilerin parasını ellerinden almayacağız. Herhangi bir dışlama olmaksızın yabancı şirketleri ekonomimize katmaya çalışacağız.
Sayın Başkan:
ABD Dışişleri Bakanlığı ve tüm ülkelerdeki ABD elçiliklerinin, Küba ile siyasi, diplomatik, ekonomik, ticari ve işbirliği ilişkilerine mani olmak için yürüttüğü faaliyetleri görmek için Wikileaks tarafından yakın zamanda yayınlanan belgeleri gözden geçirmek yeterli olacaktır. Düzinelerce kardeş ülkede, milyonlarca insana karşılıksız, soylu bir hizmet vermekte olan Küba sağlık tugayları tarafından yürütülen insani yardımlar konusundaki kaygı, alaka ve iftiraları açığa vuran raporlar içerikleri açısından utanç vericidir.
Aile bağları ve ABD ile Küba arasında var olan sınırlı kültürel, akademik ve bilimsel etkileşim, Washington tarafından dayatılan engel ve koşullar olmaksızın bu bağların gelişiminin her iki halk açısından ne kadar olumlu olacağını göstermektedir. Küba’nın ilişkilerin normalleşmesi doğrultusunda hareket etme ve pek çok alanda ikili işbirliğinin geliştirilmesi önerisi geçerliliğini korumaktadır. Beklemekte olan insani konulara yönelik karşılıklı çözümler de iki tarafın çıkarınadır.
Başkan Obama’nın ABD’deki sorunlarla ilgilenip, biz Kübalıları da kendi problemlerimizi barış ve sükûnet içinde çözmek için rahat bırakması daha iyi olmaz mı?
Yakınlarda Beş Kübalı anti-teröristten biri adaletsiz 13 yıllık cezasını son dakikasına kadar tamamladı, ancak şimdi ailesine yeniden katılmak üzere Küba’ya dönmesi engelleniyor. Diğer dört anti-terörist ise zalimce ve adaletsiz bir biçimde siyasi mahkûm olarak hapiste tutulmaya devam ediyor. Hukuki sürecin apaçık yolsuzluğu ve yargılama süresince hükümetin yasadışı davranışları genel olarak biliniyor ve kayıt altına alınmış durumda. Neden Beşli bir adalet hamlesi olarak ya da en azından insani bir jest olarak serbest bırakılmıyor?
Sayın Başkan:
20 yıl boyunca sözleri ve oylarıyla, milyonlarca Kübalıyı etkileyen tarihteki en adaletsiz, uzun süreli ve kapsamlı tek taraflı yaptırımlara son verilmesi gereğini ifade eden tüm ülkelere Küba halkının derin şükranlarını iletmeliyim.
İhtiyaç duydukları pediatrik protezler sadece ABD’de olduğu için ya da ABD patenti ile üretildiği için koruyucu ameliyat olan ve alçılar içinde yatakta aylar geçiren 16 yaşındaki Guillermo Domínguez Díaz, 18 yaşındaki Ivis Palacio Terry, 17 yaşındaki Randy Barroso Torres ve 12 yaşındaki Adrián Izquierdo Cabrera adına, merkezi sinir sistemi tümörleri ıstırabını çeken ve ABD patenti ile korunan Temodal ile tedavi edilmesi gereken 2 yaşındaki María Amelia Alonso Valdés, 4 yaşındaki Damián Hernández Valdés ve 12 yaşındaki Dayán Romayena Lorente adına.
Fedakâr, cömert, iyimser ve kahraman halkım adına ve tüm ulusların ve “dünya dengesi”nin iyiliği için, önerdiğimiz “ABD tarafından Küba’ya uygulanan ekonomik, ticari ve mali ablukanın sonlandırılması gereği” başlıklı L.4 numaralı Karar için desteğinizi talep ediyorum.
Çok teşekkürler.
Çeviri: Ekin Poyraz
Bizim Amerika
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder